Zehra Tırıl
PEŞREV
Bildiğinden şaşmayan, az konuşan, hırdavat sandığı kıymetli eskinin adamlarından birine aittiler de ellenirlerse patırtı kopacaktı sanki, ayaklarını sürüyerek kapıdan girecek ihtiyarı, başlangıcının unutulduğu tekrarı beklemektedirler; kitaplar, çakıyla yontulmuş kalemler, boydan yüksekteki çerçeve, masanın kenarından sobanın sıcağına sarkıtılmış limon rengi el havlusu, beyaz karton kapağı naylon kaplı ağır defter, takvim… Defter zimmetlenecek yeni bir vesvese için dışarıdadır. Tozlu yüzü güz ışığında parlayan, Anadolu’da şaha kalkan bir şeyleri öven çerçeve, suyun durulmasının beklenildiği günlerdendir, sözcük yorgunu mırıltılı bir cümle gevelenir, alakasız bir ses yaldızlı harfleri sordu mu. Pencereden odanın ortasına uzanan kalın toz kuşağının içinden geçen askeri cipin rüzgârı da aynı sözcüklerle duyulur. Tozlar yerlerine döner, sözcükler odanın içinde kalır, kalır öyle. Sırtlığına cevizi yelek geçirilmiş sandalyenin dibinde, hep orada, her gelenin gözünün takıldığı küt burunlu, topuksuz siyah kadın ayakkabısı uzun, ıssız yılları düşündürür gidilecek, yaşanacak başkalıkların olmadığı; işini görüp çıkıp gideceklere, çıkar çıkmaz unutacaklara. Yürürken çıtırdayan tahta döşeme, eski yazılı soba, yanan köknar, kaynayan ıhlamur, taşan demliğin cızırtıları, çam çıraları… Sessiz bir sabırla onarılışı eskiyenin, onarıla onarıla ayakta tutuluşu… Düşü dengine katışı güneşin ikindi gölgelerinde; yalnızlığın, peşrevde kalışın boyandığı, ezbere alınmış hayatın her günü…
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.