SAVAŞ/SARAY/SULTAN/SANAT
A.CELAL BİNZET
Osmanlı sultanı Kanuni Süleyman iyi ki yanına ressamı Matrakçı Nasuh’u alarak Ortadoğu seferine çıkıyor. 1533-1536 yılları arasını kapsayan bu savaş o günlerin Irakeyn denilen bölgesine yapılmış. Bugünkü Irak ve Suriye topraklarını kapsayan, kısaca Mezopotamya denilen yer. Henüz uçaklar, tanklar ve bilgisayarlar gündemde olmadığı için at sırtında İstanbul’dan başlayıp Anadolu’yu boydan boya geçerek aşağılara inmek kolay olmamalı.
O uzun yolculuk belli aralıklarda konaklamayla sürüyor.
İnsan, sultan olup yanında ressamını da getirince tüm konaklama yerlerini resimleme buyruğunu vermez mi! Sonunda ortaya, söz konusu savaş yolunun albümü çıkmış. Adı biraz karmaşık ama bir kenara not edelim: “Beyanı Menazil-i Sefer-i Irakeyn.” Konuyla ilgili uzun bir inceleme yazım uzun yıllar önce yayımlanmıştı. (“..Sefer- i Irakeyn Öyküsü”- Edebiyat ve Eleştiri, Eylül/Ekim 2005/05, sayı: 83) Albümün en ilginç yanı onca minyatürde bir tek insan figürüne rastlanmaması.
Durup dururken bu da nereden çıktı denebilir!
İnsanın kimi kez kendini düşte sanıp aynı yerlerde dolaşıyormuş duygusuna kapılmaması işten bile değil. Yaşanan günler tıpkı bir salıncağın boşluktaki ritmik gidip gelmelerine benziyor.
Hangisi bugüne ilişkin, hangisi dünde yaşananlar?
O salınımlar, tarihin derinliklerinde bırakılan kimi durumları yedekleyip gün ışığına çıkarıyor sanki. Uydurulup dayatılmak istenen geçmişin gerçekleri ortalığa dökülüyor.
Şimdilerde bir Osmanlıcılık modası yaygın.
Tarihten silinmiş imparatorluk dirilince, sokaktaki sıradan insanlar da sanki birer sultan olacakmış davranışı içinde.
Ne büyük yanılgı!
Başlarında her şeyin tek egemeni bir sultanın bulunacağını düşünen yok.
Astığı astık, kestiği kestik.
Ağzından çıkanın yasa sayıldığı, egemenliği için kendi oğlu ve damadını öldürten başına buyruk bir yönetici. Böylesine bir adamın kişisel egemenliğini kuvvetlendirme adına çıktığı seferin hazineye getireceği parasal yükün olmaması olanaksız. İşin kolayı var.
Askerlerin her türlü gideri ordunun konakladığı yerde yaşayan halk tarafından karşılanacak. Sultanımızın bir de harcaması sınırsız eşi olunca hazineye para dayandırmak kolay değil. Sözün kısası saray, para yutan dev bir aygıt gibi. Üstüne üstlük büyük bir cami yaptırarak görkemini kanıtlamak da işin cabası. Süleymaniye camisi için harcanan para 53.782.980 akçe. (Ömer Lütfi Barkan’dan aktaran Tevfik Çavdar, “Sinan Çağında Toplumsal-Ekonomik İlişkiler”, Mimarlık, Haziran 1981)
Salt gösteriş adına böylesine sınırsız paranın akıtıldığı devletin halkı ne durumda?
Aynı kaynak o dönemde Anadolu’da kıtlığın kol gezdiğini, halkın “ot otladığını” yazıyor.
Ne güzel bir çelişki!
Bitmedi. Dahası var.
Paralar tükenince en kolayı halktan vergi toplamak. Köylünün tarlaları arasındaki sınır çizgisinde biten yabanıl otlardan bile vergi alınıyor. Görüldüğü gibi Muhteşem(!) sultanın yönetimi altında yaşamak kolay değil. Savaşlar aracılığıyla topluma aktarılan mülkün (günümüzde vatan diye okunur) kurtarılması adına, ölenlerin şehit sayılarak cennette yaşamaya başlaması vs. hep bilinen yinelemelerle dolu bir süreç.
Ama gerçekler bambaşka.
Ağırlaştırılmış vergi yükü karşısında halkın bulduğu bir çözüm var. Bizim tarih kitaplarımız buna pek değinmez. Köylünün, vergilerin ağırlığı karşısında işlediği toprağı bırakıp büyük kentlere yönelmesi böyle başlıyor. Bunun adı “Çift Bozan İsyanı”. Birçoğumuzun kulağına yabancı gelen sözcükler.
Osmanlı’da oyunun çok olduğunu hep bilinir.
Köylü, yüksek vergiler nedeniyle kazandığının tümüne saray tarafından el konunca toprağını terk etmekte buluyor çözümü. Ama, Osmanlı’nın pes edeceğini söylemek olası değil. Bu kez de üç yıl üst üste tarlasını ekmeyen ya da bırakıp gidenlerden “Çift Bozan Vergisi” alınmaya başlıyor.
Sözün kısası öyle de vergi, böyle de vergi.. Yama büyük olunca toplanan paralar çöküşü önlemeye yetmeyecektir. Osmanlı hazinesi ilk kez açık vermeye başlar. Daha sonraki yıllarda Tanzimat’ın Ziya Paşa’sı (1825-1880) belki de o günleri yaşamışçasına sözcüklere döker düşüncesini:
“Ne günlere kaldık ey Gâzi Hünkâr,
Katır mühürdâr oldu, eşek defterdâr!”
Bu çöküntünün yarattığı acı ve öfkeyi dindirmek adına ortaya sürülecek en iyi ilaç din, ölüm ve şehitlik söylemleri. Nasılsa sanal bir evrende yaşamanın en kestirme yolu bu söylemlerin çizdiği doğrultudan geçmekte. Oysa halk için önerdikleri bu kutlu çözümün doğruluğuna kendileri inanmış olsa, sırayı başkalarına vermekten kaçınırlardı.
Matrakçı Nasuh’un albümü bir düşler evrenine çekip götürdü beni. Sanatçının savaşta gittiği yerleri betimlemesine sevinmek gerek. Şimdiki uydu fotoğraflarıyla yansıtılan bombalama görüntüleri yerine kentleri, kasabaları aktarmış yine aynı açıdan. Bu kez evler ve diğer yapılar sapasağlam çizilmiş. Aynı coğrafyanın yazgısı, benzer sorunlardan günümüzde de kurtulamamak.
Başta dillendirildiği gibi ne zaman geçmiş, ne zaman şimdi?
Aradan geçen onca yüzyıllara karşın bir düşün ortasında gezinmek gibi yaşananlar.
Savaşın yıkıntıları, sayısız insanın ölümünü getirirken birilerinin kişisel tutkularını, egemenliklerini sürdürme aracı olarak kullanılıyor. Sanat ise, tüm bu yıkıma ve olumsuzluklara karşın insanca yaşam ve her şeyi yeni baştan kurmak için var.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.