MaviKöşe (On):
Yücel ÇAĞLAR
Her şeye karşın Dostlukların Son Günü’nden bu yana (1976) yapıtlarını yakından izlemeye çalıştığım, bir anlamda tutkunu olduğum yazarlarımızdan birisidir Selim İleri. Yapıtlarını okudukça hem bilgilerim varsıllaştı hem de duyarlılığım yeni boyutlar kazandı. Neredeyse; “insan ilişkilerine bakışım değişti” diyebilecek denli başkalaştım; inanın abartmıyorum. Şimdi; “-Onun yapıtlarında seni bu denli yönlendirebilecek neler var?” dediğinizi duyar gibiyim. Söyleyeyim: Onun yapıtlarında küçük kentsoylu bireylerin bu yaşıma değin hiç bilmediğim, tanımadığım davranışsal özellikleri, özellikle de değer yargıları göreceli olarak çok daha çeşitli boyutlarıyla var. Bir de, bencileyin orman mühendisliği öğrenimi yapmışların, başta, özellikle İstanbul yaşantılarına içselleştirdiği çiçekler olmak üzere çok çeşitli bitkilere nasıl bakılabileceğini öğrendim Selim İleri’den. İstanbul, artık “Yedi Tepe”li,– şimdi kaç “tepeli”, bilemiyorum– “çok tarihli, kültürlü”, trafikli, kavgalı vb vb yakıştırmaların yanı sıra “çok bitki, özellikle de çiçek türlü” bir kent benim için; küçümsenebilecek kazanım mı sizce? Sözgelimi, bana kalırsa, İstanbul’u bitkileriyle anlatmayan yapıtlar, ne türden olursa olsun, eksiklidir. Bitkiler, özellikle de çiçekler Selim İleri’nin yapıtlarında neredeyse başlı başına bir konu öğesi, kimileyin de birer öznedir. Öyle ki, Selim İleri onları yerel, dahası, bilimsel adlarıyla tanıştırır bizlerle. Umarım gücenmez; o, bu yönden Yaşar Kemal’den sonra bitkilere karşı en bilgili, duyarlı, varlıklarından haberdar olan yazınerlerimizden birisidir bence. Örneğin, en son okuduğum romanlarından “Mel’un, Bir Us Yarılması” başlıklı romanını okuyan bir kişinin, İstanbul’u leylaksız olarak düşünebilmesi bence olanaksızdır*. Bana kalsa, leylaklı bir ad koyardım o romana.
Ancaaaak…
Hangi yapıtındaydı, ne yazık ki, şimdi anımsamıyorum; “mavi çam” olarak adlandırdığı bir ağaca, belki de bir çam türüne gönderme yapıyordu.” Şaşırdım doğrusu; Selim İleri de gönderme yaptığı bir bitkiyi, ağacı çoğu kişi gibi yanlış adlandırabiliyorsa eğer, bencileyin birisinin duraksamaması olası değil; neden böyle oluyor acaba? Başta bitkiler, dahası çiçekler olmak üzere doğal varlıkların adlandırılmasına gerektiğince önem mi verilmiyor ya da adlarını öğrenme “zahmeti” göze mi alınmıyor; bilemiyorum. Oysa, Hubert Reeves ne diyordu, anımsayacaksınız;**
“ ‘Bir çılgın ot gördüm
Adını öğrendiğimde
Onu daha güzel buldum’
Görülünce güzelleşti, adlandırılınca daha da güzelleşti.”
Gerçekten de; adlarıyla söz edildiğinde, bitkilerin çağrıştırdıkları daha çok çeşitlilik kazanıyor, anlamlı oluyor bence. Örneğim Nazım, çoğunluk bu özeni gösterebilmiş: Söğüt onun dizelerinde yalnızca söğüt değildir; “salkım söğüttür”, yalnızca ağaç değil sözgelimi kestanedir, çınardır, akasyadır, kayındır. Yaşar Kemal ise, biliyorsunuz, yalnızca ağaçlardan değil, çeşit çeşit otları, çiçekleri, kuşları, balıkları vb “cümle” canlıları doyumsuz güzellemelerle bezerken bir yandan “soyadlarını” bile belletmiştir okuruna.
Doğru söyleyin; Yaşar Kemal, Nâzım Hikmet ve daha birçok yazın insanına yönelik sevginiz, birazcık olsun böylesi adlandırmalarla beslenmemiş midir?
Kolayına kaçmak…
Biliyorsunuzdur: Ülkemiz bitki çeşitliliği yönünden son derece varsıl bir yurttur. Bu varsıllık, yöresel adlandırmalar daha bir tat kazanıyor bence. İnanmıyorsanız, Turhan Baytop’un Türk Dil Kurumu tarafından 1994 yılında Türkçe Bitki Adları Sözlüğü adıyla yayımlanan çalışmasına bir bakmanızı öneririm. Kitabın kapsadığı bin üç yüz dolayında bitki türünün Latince adlarının Türkçedeki yöresel karşılıkları dört bini buluyor.
Görüyor musunuz; yapıtınızda herhangi bir bitki türüne gönderme yapacaksanız eğer, hedef kitlenize hangi bitkiden söz etmeniz, onun hangi özelliğine neden gönderme yaptığınızı doğru anlatabilmeniz hiç de kolay bir uğraş değil. Bu nedenledir ki çoğunlukla kolayına kaçılıyor; ağaçtan “ağaç”, çiçekten “çiçek”, ottan “ot” diye söz etmekle yetiniliyor. Gül (Rosa L.), bu yönden çok şanslı; “gül” denildiğinde, herkesin gözünde hemen aynı biçimde bir çiçek canlanıveriyor çünkü. Öyle ki, gül, herhangi bir çiçek adı olmaktan çıkmış, artık bir kavrama dönüşmüştür. Oysa biliyor musunuz ki, gezegenimizde tam iki yüz, ülkemizdeyse yetmiş dolayında gül “türü” bulunuyor.* Baytop ise, andığım kitabında, ülkemizde yirmi beş gül “türünün” doğal olarak yetiştiğini öne sürüyor. Kısacası; “gül” deyip geçmemeli; “gül” vaaaar, “gül” var ama çoğunlukla geçiliyor. Bunun, özellikle günümüzde, bir tek nedeni var; işin kolayına kaçılıyor! Kaçılmamalı bence.
Bakın nelere yol açabiliyor?.
Önemli romancılarımızdan Selçuk Altun’u bilirsiniz; sizi bilmem, ben yapıtlarını beğeniyle okurum. Son yapıtı Ardıç Ağacının Altında’yı da biliyor olmalısınız. Cumhuriyet Kitap dergisi’nin 19 Ekim 2017 tarihinde dağıtılan 1444. sayısında kendisiyle yapılan söyleşide, Altun;
“Ardıç ağacı yalnız yaşayan, uzun ömürlü ve aykırı bir bitkidir. Ardıç nam bir gizemli kuş tohumlarını yemedikçe üreyemez. Tohumlar yiyilip kabukları kuşun dışkısıyla toprağa karışınca çimlenme süreci başlar.
…Bulunduğu yerde çevresi bomboştur, sanki diğer ağaçlar korkudan yanına yaklaşamaz. Hüzünlü ama erdemli bir duruşları vardır, insanların onları dert ortağı, sırdaşı bellemesi doğaldır ”
açıklamasını yapıyordu. İletişim bilgisine ulaşamadığım için – neden ulaşamadım ki?- Dergi’nin Yayın yönetmeni Sayın Turhan Günay’a, Sayın Altun’a iletilmesi dileğiyle gönderdiğim aşağıdaki iletiyi sizlerle de paylaşmak isterim:
Umarım Sayın Altun’a iletilmiştir.
***
Bu bağlamda yapıtlarından örnekler verirken, sözgelimi, “mal bulmuş Arap” örneği Selim İleri ile Selçuk Altun gibi özenli yazınerlerimizi yanlışlama çabasında değilim kuşkusuz. Aklım sıra; genel olarak “doğal” süreç, ortamlar ile varlıklar, özellikle de bitkiler söz konusu olduğunda, yazınsal verimlerdeki, en azından benim katlanamadığım çokluktaki yanılsamaları örneklemek istedim **. Yoksa; yazınsal verimlerde “doğal” süreç, ortamlar ile varlıklara, özellikle bitkilere ancak ille de ağaçlara gönderme yapılması, benim için, deyim yerindeyse, “görmezlerin istediği bir göz, Tanrının verdiği iki göz” durumudur. Dileğim, “doğal” süreç, ortamlar ile varlıklara yalnızca birazcık daha özen…
* Selim İleri; Mel’un, Bir Us Yarılması, Everest Yayınları, 2. Basım, İstanbul; Sayfa 170-172.
** Hubert Reeves, Boşluk, bakışımın biçimini alıyor, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2. Basım, 2001, Ankara, Sayfa 32.
* Hasan Özçelik, Mustafa Korkmaz; “Çeşitli Yönleriyle Türkiye Gülleri”, SDU Journal of Science (e-Journal), 2015, 10 (2), Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta, Sayfa 1. Yazarların belirttiğine göre; “Rosaceae (Gülgiller) familyasında 115 ‘cins’ ve 3200 kadar ‘tür’ bulunur. Binlerce yıldır çiçeklerin sultanı olarak kabul edilen güllerin günümüzde 200 civarında ‘türü’ ve 18.000-20.000 civarında da ‘çeşidi’ bulunmaktadır. Rosa L. türleri kendi aralarında çok fazla hibritleşme gösterir. Gerek doğal yollarla, gerekse peyzaj veya tarımsal amaçlarla yapay olarak yapılan hibritleştirme çalışmaları sonucunda pek çok yeni hibrit çeşit ortaya çıkmıştır ”
** Kaldı ki Sayın Altun, bu yanılsamasında son derece “masumdur”. Çünkü ardıç ağacı tohumlarının yalnızca ardıçkuşunun dışkısıyla atıldıktan sonra çimlenebilmesi, yakın zamanlara değin oldukça yerleşik, yaygın bir orman mühendisliği – belki de bitkibilimci?- söylencesiydi.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.