Fatigül Balcı
SES SUSMASIN
“Ses ve Sus” (Karakarga Yayınları, Eylül 2018) Adnan Gerger’den okuduğum ikinci kitap; ilki, 2010 Yunus Nadi Ödülüne değer görülen “Faili Meçhul Öfke” adlı romanıdır (İmge Kitabevi Yayınları, 2010). Bu kitap çok etkilemişti beni, merakla heyecanla okurken, korku da hissetmedim değil, kitapları gizlice sobalarda yakan bir nesilden olduğumdan… Kurgu da olsa hakikatin ta kendisiydi, her gün medya organlarından aşina olduğumuz güncel olayların başka birer versiyonuydu anlatılanlar. Bir gazeteci, haberci titizliğiyle, bilgiye, araştırmaya ve neredeyse tanıklığa dayalı bir gerçeklikle biçim bulan bir polisiye romandı. Yazarın, ülkede yaşanan olayların bire bir tanığı ya da faillerden biri gibi anlatmış olması gazeteciliğin ötesinde bir yetkinlikti ve aynı zamanda bir cesaret olduğunu düşünmüştüm o zaman. Terör, Teşkilat ve Derin Güç üçgeninin Pisagor gibi ispatı, Terör, Tarikat, Teşkilat…
Bu kitapta da, “Faili Meçhul Öfke”deki Leyla ile Mazlum’u, diğerlerini görünce tanıdık yüzler görmenin hoşnutluğuyla nehir roman olduğunu öğrendim ve “Bir Adı Cehennem“ adlı roman ile bir üçleme olduğunu; aynı zamanda da hayıflandım, ikinci kitap için geç kaldığıma.
“Ses ve Sus” için de olumlu, aynı müthiş duygular içindeyim, aynı biçimde etkilendim; meraklandım, hüzünlendim, bilgilendim, derin bir okuma zevki yaşadım. Romanda, toprağın anlatıcı olarak tercih edilmesi, bilgece bir seçim, yeryüzünde yaşananları ondan daha iyi kim bilebilirdi: “ben topraktım, senden önce yaşananları sana anlatmak görevimdi” diyor Leyla’ya; anlatıyor da anlatıyor. Sonra da “Onca yıl babadan evlada, evlattan evlada dahi aktarılması sakıncalı olan bir meseldi hatırladığın. …Bu mesellerde kadınlar döl tutmazdı… Çiçekler açmazdı… Kuşlar uçmazdı… Aşklar yaşanmazdı… En iyisi mi içindeki sesi sustur sen!” diyordu toprak, bir sonraki dile gelişinde. Oysa ses sustuğunda başlar zulüm ya da zulüm başladığında susar ses, buna idraki yok mudur insanoğlunun, veyahut erecek aklı, var oldu olalı, iki ayağının üstüne dikildi dikileli?
Adnan Gerger’de gördüğüm, gıpta ettiğim en önemli yan, az yazıp çok anlatmasıdır, bu şirin ebattaki kitap okudukça okudukça bin sayfayı buluyor elimizde ve bir oturuşta da okunuyor. Bir özelliği de kurduğu cümleleri el emeği mücevher gibi işleyip, büyük bir incelikle sunmasıdır. Bu hüner, okura verdiği değerin kanıtıdır ve bunu da pek güzel hissettirmektedir. Büyük bir emekle, birikimle, aşkla yazılan bir eseri okumak, güzel duygular uyandırırken onurlandırır da insanı, çünkü yüksek değerde bir metni okumak özümsemek aynı oranda bir tatmin sağlamaktadır, bir ayrıcalık.
Romanda zaman, mekân muğlak gösterilir gibi yapılmıştır, ülke ve şehirler mitos… Bu bağlamda kadim zamandan, kavim zamanlarından, ahir, musır zamana insanoğlunun yolculuğu öykülenmiştir nerdeyse. Mağaradaki güçlü yamyam insanla, cılız yem insanın sadece don değiştirdiğini görüyoruz. Hele ki donu kavi olanlar, elde ettikleri gücü kaybetme korkusuyla nasıl korkunç olabiliyor, nasıl akıl almaz bir canavara dönüşüyor ve de nasıl gözden düşürüyorlar Tanrıyı…
Bir fani olarak tarihimize, dünümüze, bugünümüze baktıkça kadim sistemin berdevamını görüyoruz: Bu kurulu sosyal sistemlerin temelinin korku, silahlarının korku olduğunu görüyoruz ve o silahın her an bize dönük olduğunu; böylece de ya siper ediyoruz göğsümüzü ya da sinip oturuyoruz, tarihin tekerrürleri olarak. Nedense hep tekerrür eder de tarih, bir kez bile tefekkür etmez? Kahraman, bir tespitinde iç acısıyla, “İnsanlar intiharın eşiğinde sevgisiz büyüyor” derken sistemin sevgiyi tamamen yok ettiğini, sevgisizliğin de nelere mal olduğunu anlatıyor, yaşanagelen kıyımlar, kırımlar üzerinden. Bir sonrakinde, karşı koyar bir tavırla “Onurun yoksa tok yaşamanın da anlamı yok. Sürüngen olmak bireyin doğal var olma biçimi değildir” diyor, sistemin onuru da yok ettiğini vurgulayarak. Her şeye karşın umutsuzluğu artan kahraman “Unutmak bencil bir yaşam güdüsüdür, yaşamanı kolaylaştırır” diyor, yaşanan insanlık trajedisini bir kabullenmeyle ya da reddedişle…
Yazar, karakterlere iyi özellikler, nitelikler yükleyerek, âşık ederek insanın değerli bir canlı olduğunu gösterirken, insani değersizliğin, noksanlığın, erdemsizliğin de had safhada olduğunu görmemizi sağlıyor. Bu paradoks canımızı sıkıyor elbet ve tüylerimiz ürpererek, insan olmaktan utanarak “biz neymişiz” diyoruz! Düşündüm, o pala utandı mı acaba? Ailesinin katledilişini çocuk gözleriyle bir delikten izleyen Melik, “Vahşiliğin en yakın tanığı o palanın, bebek kardeşimin vücuduna değip de o masum canı un ufak ettiği anın vahşetinden utanmasını bekledim hayatım boyunca” diyor! “Onu beşiğe ve kardeşime saplayan güce karşı koyamadığına hayıflanmasını…” Leyla bu trajedileri öğrendiğinde, “İnsanın ve tarihin bunca zalimliğine nasıl dayandınız, bilmiyorum. Benim tuhafıma giden başka bir şey daha var, baba. Senin dini inancın zayıftı. Oysa yaşadıklarından sonra inanca tutunmak gerektiğini söylemiştin. Arkadaşlarınla yaptığın derin tartışmalarda tüm dinlerin çürüdüğünü de… Buna rağmen zaman zaman yalnız başına odana kapanıp, senin soyunun katlini vacip kılan dinin mukaddes kitabını neden okurdun? Bunu hep merak ettim. Sormayı çok kez düşündüm, ama bir türlü cesaret edemedim. Keşke sorsaydım sana…” diyor. Leyla bunu ömrü boyunca düşünse var mıdır cevabı, bilinmez; acaba babası da bilmediği için, sorularının karşılığını bulmak için mi okuyordu o kitabı? Fazla alıntı yaptım belki, ama öyle cümleler var ki ele geçiriyor insanı, pıtrak gibi yapışıyor aklına, çıkarıp kurtulmak yazmakla mümkün oluyor ancak.
Kitabın arka kapağında “Adnan Gerger, herkesin bildiği ama herkese uzak bir ülke çiziyor” diye yazılı. Bu cümleyi ben de “herkesin bilemediği ama herkese yakın bir ülke” olarak yorumladım; zira kötü masallardan, kıyımlardan, korku filmi gibi olaylardan aşina olduğumuz kavramlardı ya da Naristan ülkesinin taneleri olarak biz bilmeyeceğiz de kim bilecekti? Yazarın deyimiyle insan tüm bunları kanıksamış, yani kanıksayagelmiş, çünkü mağaradaki güçlü adamın nasıl hemencecik canını alıverdiği kayıtlıdır geninde, korku da ve o ezeli bencillik de. Bu kodlar silinmedikçe genlerimizden, dünya insan kanıyla yunmaya, korkudan beslenmeye, korkunun tutsağı olmaya devam mı edecektir sonsuza dek? Bunun cevabı da yine insanda gizlidir, o gize ne zaman ulaşılır, bilinmez.
Ne gariptir ki insandan, insanlıktan umudumuzu kesmiyoruz hiçbir zaman; zira bu beklenti tahammüldür, bir boyun eğiştir hayata. Bu kitap da, bu ezeli keyfiyetten bahsediyor ve bu keyfiyetin nihayetinin de insanoğlunda mevcut olduğundan; umut etmeye devam o halde… Düşündüren, hayal gücümü yoğunlaştıran bu kitabı okurken, zihnimde bir kitap da ben yazdım hemencecik; korkudan, çok çok daha güçlü olan bir silah yaptım, bütün o muktedir musibetleri yok ettim yeryüzünden! Laf aramızda bu silahın hammaddesi de tüm insanoğlunda mevcuttur, hepsinden birer zerre, birer zırnık alındı mı tamam, yeter de artar bile…
Duygulana, hayıflana, teselli bula son bölüme ulaştığımda, çıkıp kerevete oturacağımı düşünürken, tam da o anda yazar, toz kondurmadığı, üstüne titrediği o güzelim kahramanlarını kırdı geçirdi eyvah, dedim, eyvah… Değerli yazar Adnan Gerger’i bir kez daha kutlarken demek istediğim de, “ne güzeldi, valla bunu saymayız, yenisini bekleriz.”
“Ses ve Sus”, Adnan Gerger, Karakarga Yayınları, Eylül 2018
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.