Sesim Ölürse, Rüzgar Anlatır Öykümü:
DUMLUPINAR
Gültekin Çoygun
Istanbul, 2009
“26 Ağustos 1922 Afyonkarahisar – Dumlupınar Meydan Muharebesi
ve onun son devresi olan 30 Ağustos Dumlupınar Meydan Muharebesi
Türk tarihinin en önemli bir dönüm noktasını teşkil eder.
Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk Devletinin ve
genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı.”
Mustafa Kemal Atatürk
30.08.1924, Dumlupınar
Başlığa ve alıntıya bakarak Dumlupınar muharebelerinden söz edeceğim sanılmasın, niyetim bu değil. Hiç kuşkusuz ki, Dumlupınar, yakın tarihimizde önemli olayların geliştiği bir yer. Kurtuluş uğraşımızın en can alıcı evrelerinde onun adı var; kesin sonuçlar hep Dumlupınar çevresinde alınmış. Başka bir deyişle, sıradan bir coğrafya, sıradan bir isim değil Dumlupınar bizim için.
Derler ki, oraları ziyaret edenlere rüzgar bir başka türlü eser; Albay Reşat Çiyiltepe, Yıldırım Kemal, Sakatların İsmail, Çetmilli Ali Çavuş ile oğlu Mehmet Onbaşı, Harputlu Şekip Yüzbaşı, Kömürcüoğlu Nihat, Gavur Ethem ile babalığı Ferit Çavuş ve daha nicelerinin ismini usulca fısıldarmış.
Ama, nedendir bilinmez, seçiciymiş toprağın sesi rüzgar: “Köle olmamak adına, özgürlük adına, burada yaşananları ben gördüm, nefesini yitirmiş bedenlerin anılarını önüme kattım, yurdun dört tarafına dağıttım, dağıttım ki o fedakar bedenlerin yaşarken yaptıkları unutulmasın” diye düşünürmüş.
Sırf bu yüzden, kimin yüreğinde vefa duygusunu görürse, onun yüreğine seslenir, onun duymasını sağlarmış. Bir ürperti de verirmiş insanın içine işleyen. Çünkü, onların unutulmasını istemezmiş ovaların hakimi rüzgar…
Söz tükendiğinde yerini duygular alırmış, öyleyse diyeceğimi söylemeleyim artık: Öylesine sözcükler vardır ki, bir ulusun üyelerinin ortak benliğine yazılır; Dumlupınar da böylesi bir sözcük. Unutmaya çalışsanız bile, O, kendini unutturmaz.
Ve “Çocuk Haftası” ile Çanakkale’ye uzanır hüzünlü rüzgar
Oradan da bir çocuğun yüreğine doğru akar
Yaşı elliye dayanmış kuşak belki bilir “Çocuk Haftası” dergisini, ama altmışlı yaşlarda olanlar büyük olasılıkla anımsayacaktır. Ağabeyim ve ablamdan mirastı bu dergiler bana, benim kuşağımın nasıl “Doğan Kardeş”i varsa, ağabey ve ablalarımızın da Çocuk Haftası vardı. Hem resimli hem de yazılı bilgilerle doluydu, televizyon yayını yalnızca akşamları üç saat olmak üzere haftada iki gündü, bilgisayar da olmadığına göre, bu dergilerle sıkı bir dostluk kurmamak olanaksızdı. Üstelik, haylazlığa yol açabilecek cin düşünceleri bile bu dergilerden türetmek, işin eğlenceli yanıydı. Bu nedenle, dergi, kendisini satır satır okutmayı biliyordu.
Öte yandan, bu dergilere katma değer de katılmıştı. O yıllarda, aile üyelerinin birlikte zaman geçirebilecekleri etkinlikleri yaşama geçirmek zor değildi. Dergilerin bir kısmını ciltlenmiş olduğunu, diğerlerinin ise tekil sayılar halinde bulunduğunu görünce ve zamanında babam ile ağabeyimin ciltleri kendilerinin yaptıklarını öğrenince, “ben de cilt yapacağım” diye tutturmuştum. Babam, öncelikle dikiş tezgahı yapmamız gerektiğini söylemiş ve alt kısmı yeterli büyüklükte bir tabla ile üstte gergi ipi veya şeritlerin gerileceği bir çerçeveden oluşan tahtadan bir tezgah yapmıştık. Gerekli malzemeler basitti, ama, kırnap dediğimiz bir çeşit ipi, gaze ya da tül dediğimiz sırt bezini ve ince bir şerit olan şirazeyi bulmak ayrı bir sorundu. Amerikan cilt denilen tutkalla yapıştırmayı öğrendikten sonra, çok daha dayanıklı olan ve ustalık isteyen iplikle dikiş tekniğine geçebilirdiniz. Hangi teknikle olursa olsun, işin en can alıcı noktası, kapağı takmadan önce, biraraya getirilen sayıların kenarlarını düzlemek için bir lama (giyotinin kesici çelik ağzı) bulmaktı.
Bana mı öyle geliyor yoksa insanlar daha hoşgörülü, daha yardımsever ve daha sevecen miydi o yıllarda? Emeğe karşı, hele bir çocuğun emeğine karşı, bir başka saygılıydı insanlar. Cilt evinin ustası, aynı zamanda da üç kişilik işletmenin sahibi, bizi üzmeden, yalvartmadan ve tek kuruş bedel de istemeden, büyük bir ciddiyetle yamru yumru biraraya getirdiğimiz eserimizin kenarlarını düzleme işini yapar, ayrıca üşümüşsünüzdür diye çay ısmarlar, yetmez, oradan ayrılırken de arkamızdan seslenirdi: “Bitirince getirin, kitabınıza yaldız baskıyla isim yazalım.”
Dumlupınar sözcüğünü de, muharebelerini de, henüz bilmiyordum o yaşlarda. Cilt yaparken, derginin bir sayısının kapağına gözüm ilişmişti; büyük bir geminin denizaltıya çarptığı an resimlenmişti, böylesi bir resim bir çocuğun ilgisini çekmez mi, çeker elbet. Büyük bir hevesle ilgili sayfayı açtım; sanıyorum ki “Denizler Altında 20.000 Fersah” gibi bir öykü bulacağım.
Oysa okuduğum, gerçeğe çağrıydı
Anladım ki, bir denizcinin mezarında gül bitmezmiş
Dumlupınar muharebelerinin üzerinden 30 yıl geçmişti. Eski düşmanların dost, eski dostların düşman olduğu yıllara gelmiştik. Eski düşman yeni dostlarla, eski dost yeni düşmana karşı yapılan ortak bir tatbikattan dönüyordu Dumlupınar denizaltımız.
4 Nisan 1953 günü saat 02.15’de, Çanakkale’nin Nara Burnu açıklarında, seferden dönen Dumlupınar denizaltısına İsveç bandıralı Naboland isimli şilep çarpmış ve Dumlupınar, karanlık ve soğuk sulara gömülmüştü. 81 denizcimize mezar olmuştu Dumlupınar. Üstelik kaza anında sağ kalan 22 denizcimiz, denizaltının arka tarafındaki torpido dairesine sığınmış ve bir yolunu bularak su yüzüne fırlattıkları haberleşme şamandırası ile su yüzünde kurtarma çalışmalarına katılanlarla iletişim sağlamışlardı.
Ne kadar acımasız bir süreç; giderek azalan hava, yukarıda kurtarma umudunun zamana karşı yarışı, aşağıda karanlık ve dar bir odada kurtarılma bekleyişi ve umudu, bütün ülkede ise hem onların yakınlarının hem de vatandaşların kurtuluş haberi alma umudu. Kurtarma ile kurtarılma umudunun duygusu eşit yoğunlukta mı acaba? Bilemiyorum, her ikisinde de kayıp ve kazanç söz konusu, ama birinde kavuşma ya da kavuşamama, diğerinde ise yaşama dönme ya da dönememe var. Üstelik, film değil ki bu, son anda herşey yoluna girsin. Düş dünyam yine beni gerçekten bir anlığına koparıyor: “Ah şimdi Kaptan Kirk olmalıydı, ‘ışınla bizi Scotty’ der ve tümü kurtulurdu.”
Yaşamın anlamını bilemeyecek yaştaydı çoğu, tıpkı Dumlupınar ve çevresinde yitip gidenler gibi, yaşamı bilmeden ölümle sınanmıştı onlar. Ama, sanırım tevekkülün ne olduğunu biliyorlardı. Hangi yaşanmışlıktır tevekkülü öğreten ya da sanki kaderleriymiş gibi bu toprakların yoksulluğu mudur insanlara tevekkülü doğuştan veren; zor, çok zor bunun yanıtı…
Zihnim, bir düşünceden diğerine geçiyor; bu düşünce, henüz beş yaşındaki küçük Çoşkun’u anımsatıyor bana: Pesten başlayarak giderek yükselen kesintisiz ve tiz boru sesini duyunca irkilmiş, elindeki oyuncağını hiç düşünmeden yere atmış ve koşmaya başlamıştı. Oysa o oyuncağın alınmasını, anne babasından ne çok istemişti.
Annesi böyle bir ses duyduğunda eve doğru koşmaması gerektiğini ve doğrudan en yakın sığınağa gitmesini sıkı sıkıya öğütlemişti. Üstelik kendi aralarında, deyim yerindeyse tatbikat bile yapmışlar ve böylesi bir durumda annesi ile sığınakta buluşmayı planlamışlardı.
Daha okuma yazmayı yeni sökmüştü, ama bu kesintisiz sesin anlamını çoktan öğrenmişti; yaşayarak…
Düşman saldırısı olduğu anlamına geliyordu bu ses. Küçücük yüreği bu korkuyu biliyordu. Daha yaşamanın anlamını öğrenmeden, ölümü tanımıştı.
Küçük Çoşkun üzerinde fazlaca durmuyor, torpido dairesi midir nedir, nasıl bir yerse işte, o 22 denizcinin neden kurtarılamadığına odaklanıyorum hemen. Öyle ya, neden yüzerek çıkmamışlardı, neden dalgıçlar kapağı açmak için aşağı inmemişlerdi, hem sonra gemiyi halatla da yukarı çekebilirlerdi. Sorularım ve kurtuluş teorilerimden anneannem ve annem bunalıyor, üstüne “sen bunlarla ilgileneceğine, derslerini bitir” azarı işitiyorum. Dersi kim düşünür, sıkıcı işler işte, okulda böyle konuları ödev olarak verseler olmaz sanki… Bıktım valla kurbağaların dolaşım sistemini çiziktirmekten… Neyse, ben de bir yolunu bulur, annemi ikna eder, sokağa çıkar, sonra da babamın gelmesini beklerim, hem babalar herşeyi bilir. Bu gibi durumlarda genellikle yaptığım buydu, ama tuhafdır, bu kez yapmadım, çamaşır leğenine su doldurdum ve oyuncak gemimi batırdım, yaptığım deneye bakılırsa buradan kurtulmak kolaydı.
Akşam bütün öyküyü ve neden kurtarılamadıklarını öğrendim. Her ne kadar anlayabileceğim şekilde anlattılarsa da bana; hala ters akıntı, derinlik, basınç vb. nedenleri anlayamıyordum. Demek ki kimi zaman, olması çok istenen bir şey olamıyordu, işte bunu anlamıştım. Olaylarda beni en çok etkileyen ise, benim büyüklerim de dahil olmak üzere, bütün Türkiye’nin olumlu bir haber almak için radyonun başından hiç ayrılmamış olmasıydı.
Dumlupınar kendini anımsatmayı bilmiş
22 denizcimiz kurtarılamamıştı
Bu yaşımda hala yüreğimdeki yaralardan biridir Dumlupınar. İnsanoğlu ne kadar güçlüymüş meğer, yüzlerce yarayı yüreğinde barındırmanın yolunu bulabiliyormuş. Bu da bir tür kolleksiyon değil mi? Kimilerini isteyerek biriktiririz, kimilerini istemeyerek…
Suç kimde bilmem, kimi kayıtlar Dumlupınar kaptanının rota dışına çıktığını ileri sürüyor, araştırdım, bunlar salt iddianın ötesine geçemiyor. Ötesi yok benim için, çocuk yüreğim Naboland’ı suçluyor.
Sonraki yıllarda H.G. Wells’i keşfettim, zaman makinasını anlatıyordu öyküsünde. Acaba gün gelir de, bu olursa, birileri geçmişe giderek Dumlupınar’ı uyarır ve kurtarabilir mi? Ama çok geçmeden hevesim kursağımda kalıyor: Bir başka yazar Ray Bradburry ise, geçmişi değiştirmenin geleceği değiştirmek anlamına geleceğini anlatıyor bana.
Anlıyorum ki, olan biteni kabullenmek gerek, ama çocukca yöntemlerle de olsa, isyan etmeyi bırakmadan. Kabullenmek bireyi rahatlatıyor, hele bu kabullenme anlamaya çalışmanın sonucu ise, diyecek sözüm yok. Anlamadan, anlamaya çalışmadan kabullenmek, uzak dursun benden. İsyanım, olana değil, neden olduğunadır, bu duyguyu yitirdiğim an, ben, ben olmayacağım artık, biliyorum.
Bu aşamada susmalıyım, Aşık Mahsuni dile gelmeli;
Ele geniş gelen şu yalan dünya
Bilmem ki ya neden dar bana
“Tabuttaki ölü gibi ölemem, derdim çoktur onun için gülemem” diye devam ediyor Mahsuni. Sanki Dumlupınar’ın tüm anıları Mahsuni’nin yüreğine inmiş, oradan fısıldamayı sürdürüyor…
Akıl tanımlar, isimlendirir
Düşünce anlamaya çalışır, ilişkilendirir
Oradan yüreğe iner isim, yuvalanır ve anlam kazanır
Herşeye isim vermek doğamızda var, tanımlamak için bu şart, ama salt isim vererek o ismin yaşamasını sağlayamayız, anılarını diri tutamayız. “Yaşasa da olur, yaşamasa da, ne farkeder” diyebiliriz elbette. Zaten anlam yok olmuşsa yüreklerimizden, yaşamasın daha iyi.
Deniz Kuvvetleri’nin üç Dumlupınar denizaltısı vardı. İtalyan yapımı olan ilk Dumlupınar 1931 yılında donanmaya katıldı ve Haydarpaşa’da bir gaz tankerinin çarpması sonucu yandı, can kaybı yaşanmadı, 1949 yılında envanter dışı kaldı.
1950 yılında bu kez ABD yapımı başka bir denizaltı alındı, buna da Dumlupınar adı verildi, 1953 yılında Çanakkale’de çarpışma sonucunda battı. 81 denizcimizi de beraberinde götürdü Dumlupınar.
1972 yılında ABD yapımı başka bir denizaltı daha alındı, diğerlerinin anısına Dumlupınar adı verildi, 1976 yılında yine Çanakkale’de bir Rus tankeriyle çarpıştı, karaya oturtuldu, can kaybı olmadı.
Sanki lanetli bir isimmiş gibi, artık denizaltılarımıza Dumlupınar adını vermiyoruz, bir süre sonu “ay” ile biten “Saldıray”, “Batıray” gibi isimler verdik onlara; başka deyişle, anlamını yüreklerimizde çoktan yitirdiğimiz Dumlupınar’ı aklımızdan da çıkarmaya çalışmışız. Dumlupınar meydanlarında gelecek kuşakların özgür yaşaması için yapılan onca fedakarlıkları, üstümüze yapışmış alın teri, kan ve can borcunu unutmak ister gibiyiz. Oysa, “Dumlupınar lanetli değil”, böyle diyor bu toprakların rüzgarı ve sürdürüyor uğultusunu duymak istemeyen yüreklere; “lanet yok, akıl dışılık yok, vefasız yürekler var.”
Yaklaşık altı yıl önce, gazetelerde küçücük bir haber vardı: Yine aklım Dumlupınar’a kaymıştı ister istemez, dedim ya, Dumlupınar bırakmıyor peşimi. Çanakkale’de bir maden ocağına saplanmış olarak duran, I. Dünya Savaşı’ndan kalma bir Alman denizaltısı bulunmuştu. Çanakkale savaşlarına katılan ve seferinden geri dönmeyen denizaltılardan biri olmalıydı. Dosyası iki acımasız sözcükle kapatılmıştı; “harekatta kayıp.” İçindeki denizciler de kayıp olarak sınıflandırılmışlardı. Denizaltının Almanlarla birlikte incelendiğini, kemiklerin toplandığını ve götürüldüğünü biliyoruz. Sonrasını ancak öngörmeye çalışabiliriz: “Büyükbabanızı bulduk” demişlerdir, bu kadar…
Bu olayda da vefasız davranmayı becerdik doğrusu. Atamızın söylediği sözü unutmuşuz, her yıl törenlerde övünmek için yineler dururuz ama, iş eyleme gelince, izinli sayılırız. Bu topraklarda can verdiklerine göre, bu toprakların evladıydı onlar da, onların yeri burası olmalıydı, en azından anılarını yaşatacak bir dikili taşları olmalıydı. Yaşayanlara saygı var mi ki, ölülere olsun..?
Birkaç yıl öncesinde de, Rahmi Koç Müzesi’ni mekan bellemiştim. Yeğenlerim, komşu çocuklar, mahallenin çocukları, sürüsüne bereket yani, yakaladığımı götürüyorum. En son gittiğimde, yanımda iki yeğenim de vardı, rıhtıma demirlemiş Denizaltıyı görünce, Dumlupınar’ın ateşi düştü yine içime, yine o bildik ateş. Bu, teknolojik olarak Dumlupınar’ın iki üstü de olsa, aynı sınıf bir denizaltıydı: Saldıray…
Saldıray artık emekliydi, tıpkı O’nu gezdiren son dümencisi astsubay gibi. Babacan bir adamdı, içimdeki ateşi anlatınca, diğer konukları gezi süresi bittiği için dışarı çıkmalarını rica ederken, bana da göz ucuyla içerde kalmamızın işaretini vermişti. Ondan öğrendiğim ve aklımda kaldığı kadarıyla Saldıray’ın öyküsü şöyle:
Saldıray, gazi rütbesi verilmiş bir gemi, rütbesini Kıbrıs Harekatı’ndan dolayı almış, ama görev yeri Kıbrıs açıkları değilmiş. İyice meraklanmıştım doğrusu. Yunanistan’dan Kıbrıs’a olası bir sevkiyatı engellemek için, Pire Limanı çıkışında deniz dibindeki kumlarda uykuya yatmış. Bir süre sonra yeri saptanmış, bulundukları yeri değiştirerek başka bir yerde pozisyon almışlar, günlerce aranmışlar, her seferinde de yer değiştirmişler, harekat boyunca da oralarda dolanmışlar, gaziliği bundan.
Dinliyorum ama aklım Dumlupınar’da benim, 22 denizcimizin kapalı kaldığı torpido dairesini görmek, o mekana girmek istiyorum. Kırmadı beni, ama pişman oldum bu isteğimden. Torpido dairesi denen yer, hiç de fotoğraflarda gördüğümüz gibi bir yer değilmiş, yaşayarak öğrenmek başka bir duygu, beş ya da bilemediniz altı kişi ya sığar ya sığmaz. 22 denizcimiz oraya nasıl sığmış, o daracık yerde ve katran karası karanlıkta nasıl ve hangi duygularla bekleşmişler, ışıklar yanarken bile orada bulunmak, hele bir umutla bekleşmek çok zor.
Yine o iyileşmemiş yara
Çocuk Haftası’nın bir masalıydı o
Çocukluğumdan bilirim
Dumlupınar, çocukluğumun acısı, gençliğimin öfkesi oldu, ileriki yaşlarımda da isyanım.
Belki bu yazı ile, anısına duyduğum saygının samimi olduğuna ve vefa duygumu ancak bu şekilde gösterebildiğime inanır da, peşimi bırakır…
...
Askerler gece ağlar
ölmeden önce, güçlüdürler, yaşam
kavgasında öğrendikleri sözlerin
önünde düşüp ölürler.
Askerler, sevgili sayılar,
kimlerin kimlerin ağladığı.
(Salvatore Quasimodo)
Sen ki bu toprağın sesi, ovaların hükümdarısın,
Bırak içimde uğuldamayı Rüzgar.
Al, Quasimodo’nun dizelerini,
Önüne katıp savurduğun anıların arasına kat,
Götür Dumlupınar’a,
Onurlu ve sessiz bekleyişlerinde,
Beni duymalarını sağla…
* * * * * * * * *
Yorum Kapalı.