ŞİİR DESENLİ “YÜKSEK” BİR MUSTAFA KEMAL RÖLYEFİ
TAHSİN ŞİMŞEK
Mustafa Kemal
(Resim: Wlilhelm Victor Krausz, Avusruralyalı ressam tarafından cephede yapılmıştır 1915)
Dizelerle “yüksek” bir Atatürk rölyefi oluşturmak istedim. Kabuğunu gürül gürül çatlatan sözcüklerle!…. Kaç yılın düşüydü böyle bir çalışmayı yapmak. Afrodisias Müzesi’ndeki Zoilos, Cladius, Prometheus, Ankhises ile Afrodit ve Üç Güzeller rölyefleri kadar somut ve canlı, “yüksek”… Yüksek, bir rölyef terimidir aynı zamanda O “tazelik, güzellik, neşe”den hiçbir eksiği olmayan; Afrodit’in kucağındaki Ayneyas (Aineas) gibi tarihe büyüyen… Fonda, elbette cumhuriyet olacaktı; renk de kırmızı-beyaz. Yer yer düşen alaca gölgeye karşın, köşe bucak ışık. Nâzım Hikmet’in, “Yüreğim çarpıyor / Sert bir mavilik gördüm / Sonra bir altın sarısı” dizelerindekine eş.
Katkıda bulunacaklarda aradığım ilk özellik ne miydi? Yüreklerin de aydınlık olmasıydı, gözbebeklerinde de… Böylesine duru bir duyarlıkta, fazla söze de gerek yok elbet.
İkisi öğretmenim, dördü tanışıp söyleştiğim, dokuzu Afrodisyas Sanat şairi, on beş dostun dizeleriyle buluştum önce; sonra belleğimdekilerle. O dostların, büyük ustaların yıllara nakışladıklarıyla…
Daha geniş bir yüzey araştırması, daha derin bir kirizma çalışması yapabilirdim. Özellikle Cumhuriyet’in o coşkulu ilk yıllarına, 10 Kasım’ı izleyen günlere dönerek… O zaman Behçet Kemal, bir kez daha “Çağlar”dı kuşkusuz. Ben kendi ilgi alanım ve duyarlığımla yetinmeyi seçtim. Umarım, gözden kaçırdıklarım bağışlarlar beni.
Evet, otuz dokuz şairden seçtiğim, kırk sekiz şiirden alıntıladığım dizeler var bu yazımda. Kendi şiirlerimden seçtiklerimle elli bir şiire, yürekten bir merhaba önce! Evet, el ele oluştu bu rölyef. Kitaplığımın ilk imzalı kitapları, Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah”ı ile “Kubilay Destanı”dır; 23 Nisan 1968. Ustalar ne der bilmem, yılların bu düşüne! Hem her sanatçı, önce çocukluğunu, çocukluk ve gençlik düşlerini yazmaz mı; dahası o etkiden kurtulmanın olanağı var mı?
Gerek var mıydı böyle bir rölyefe, diyenlerin sesini duyar gibiyim. Homer ile Virjil, halkları adına, o evrensel destanları yaratmakla; Sandor Petöfi, Attila Jozef, José Marti, Bertolt Brecht, Pablo Neruda siyasal kavganın içinde yer almak ve kavgalarının şiirini söylemekle; Nâzım Hikmet, halkının kavgasına saygı ve ondan duyduğu onur adına, “Kuvayı Milliye Destanı”nı yazmakla hata mı etmişlerdir? “Siyasal şiir”in kapını çalmakla, hangisinin şairliği, pul pul dökülmüş ve bundan ötürü de şiir enkaza dönüşmüştür? “Şiir, sokağa çıkmalı, yaşamın içinde olmalıdır.” diyenler, siyasettin nabzının da sokakta attığını bilmezler mi? Görülüyor ki, ya bir modaya uymaktalar ya da sıkıya gelememektedirler; hem de “sol” adına!
Eğer bazı şair dostlar, bu itirazlarını, bir modanın gereğine “itaat” ya da şiirin o kutsal itaatsizliği adına yapmaktalarsa, Samsun’dan Ankara’ya yürüyen o dal fidan Deniz’lerin, o “Tam Bağımsızlık Yürüyüşü”nü nereye koymaktadırlar? Havana purosu tüttürmeyi şairlik ritüeli sayanlar, Fidel Castro’nun o “Bu kadar büyük devrim yaptım; O’nun yaptıklarını ben başaramazdım.” saptamasını, hangi köşeye?… Bir şair nasıl bilmez, bir savaşın halk ayağını, tarihin değil de şiirin gösterdiğini? Kartallı Kazım’ı, Elif’in Kağnısı’nı, Cebbaroğlu Mehemmed’i… “aynı akşam doğurmuş karısı döne / mavi gözlü bir çocuk sarışın / bir avuç toprak sarmışlar altına / ve kemal koymuşlar adını”
Evet, bir ad koymak gerekiyor değil mi bu duyarsızlığa!..
O kavganın destanı, Nâzım’larca, “Dağlarca” bir yürekle zamanında yazılmazsa, işi sütçülük, adı da düpedüz “İmam” olan o yiğit, bize, eli tespihli ve sarıklı bir ”Sütçü İmam” diye yutturulmaya kalkılmayacak mıdır? Ne yazık ki yutturuldu! 12 Mart ve 12 Eylül’ün “Bizim Oğlanlar”ı da Atatürkçülük cakası satmayacaklar mıdır? İhtilal bile yaptılar! Dahası adı da “Dumlupınar” olan o üniversitede, “evrim teorisi”ne reddiye seminerleri düzenlenip Saidi Nursi’ler yeni payelerle göklere çıkarılmayacak mıdır? Hem de gözümüzün içine baka baka baka!
Şanslıyım, Ortaklar İlköğretmen Okulu günlerimde, Mesut Tarcan var, İlhan Selçuk’un Muğla’dan öğretmeni Zülfikar Ortaç var. Tahir Alangu, okulumdan gideli epey olmuş, ama yaşayan anıları var. Necati Eğitim Enstitüsü’nde Ahmet Miskioğlu ve Cevdet Atmaca…. Tarcan da Atmaca sıkı şairler. Demem o ki, her gün sınıfımın kapısını, Cevdet Atmaca’nın “Her sabah ışıyan mutlu çabamızda / Bize öyle hız veren o Atatürk aydınlığı”nda, Mesut Tarcan’ın “Bu hasretlik daha ne kadar uzar / Uçmak isterdim Samsun’a doğru” dizelerindeki coşkuyla açtım.
Mustafa Kemal ve şiir deyince, ilk aklımıza gelecekler, “Nâzım, Dağlarca, Kansu, Tarcan, Yurttaş” olmalıdır kuşkusuz. Çünkü onlar, öznesi Mustafa Kemal, mekânı Kurtuluş Savaşı ve umudu Cumhuriyet olan koca koca kitaplar koydular önümüze. Anımsayalım birkaçını sırasıyla, “Kuvayı Milliye Destanı, Çanakkale Destanı – Üç Şehitler Destanı – Bağımsızlık Savaşı – Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Sakarya Meydan Savaşı, Mustafa Kemal’in Türküsü, Çanakkale İçinde”…
Dağlarca’nın dediği gibi, “Çanakkale / Çağlar üzre destanların özüdür / … / Çanakkale / Yeni Türkiye’nin önsözüdür” kuşkusuz. Hüseyin Yurttaş da o önsözü, şöyle özetler bize: “Kurtuluş’un önsözü / Yazılmıştı bir imparatorluğun / Harap kalıntılarında / Çanakkale denen o koca destan” Ahmet Zeki Muslu ise bu önsözden yola çıkarak, bu ülke çocuklarının yolunu rotasını şöyle çizer: “ülkemde her çocuğun yaşamı biraz da / Mustafa Kemal’in çocukluğuna benzer / bakla tarlasından Anafartalar’a çıkar yolları” Başkasından el alınmadan usta olunmaz, Yurttaş’ın ve Muslu’nun da Dağlarca’dan el alan sesleri, “Çanakkale İçinde” işte böyle yankılanır. Çanakkale’de önsöz yazılmıştır da son söz söylenmemiştir daha.
O sonsöz, “Ya istiklal ya ölüm”dür. Bağımsızlığa yelken açan o gemi, Mesut Tarcan’ın 19 Mayıs’larda yankılanan o gür sesiyle yola çıkar: “Ben Bandırma Vapuru / Esme rüzgâr esme, halim perişan / Mustafa Kemal’im güvertede” Cahit Külebi’nin o güverteden gördüğü o ayaklanmış umuttur: “Kalktı ayağa ardı sıra baktı dalgalar / Kalktı takalar / İzin verseydi Kemal Paşa / Ardından gürleyip giderlerdi / Erzurum’a kadar” Külebi, yalnız değildir o umut yolculuğunda, söz yoldaşı Hidayet Karakuş da düşer notunu: “samsun’dan, erzurum’dan / sivas’tan yürüyüp geldin / ankara bir yeni rüya / yolların kumlu / omuzların özgür / başın yalçın dağlarda / bayrağın kurumlu” Uzaklardan haber gerektiğinde, dürbünün başına Dağlarca geçer bir kez daha, verdiği haberle dağ taş şaha kalkar artık: “Al bir kalpak giymişti al, / Al bir ata binmişti, al, / Zafer ırak mı? dedim, / Aha, diyordu.” O devinime, dünün filinta askeri Turgut Uyar, yepyeni ışıltılı kanatlar takar: “Temmuzda bir serçe kalkar Sakarya’dan / Ağustosta kartal döner / Günler uzar hasretinle dışımızdan, içimizden / Bir kudretli kumandandır bakışın Paşam” O kartal bakışın en soylu ve etkileyici fotoğrafını ise Nazım Hikmet çeker Abidin Dino’nun atlarına atlayıp: “Sarışın bir kurda benziyordu. / Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. / Yürüdü uçurumun basına kadar, / eğildi, durdu. / Bıraksalar / İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak / ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak / Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.”
Evet, o “Kuvayı Milliye Destanı”yla, Kurtuluş Savaşı’nı destanlaştıran en yetkin örnek önümüzdedir artık. Nice şair el alır o destandan ve Nâzım’dan. Timuçin Özyürekli, “ölümse ölüm ölünmüştü / yaşamaksa yaşamak işte yaşanılıyordu / Mustafa Kemal uzun menzilli dürbünüyle / kaşları çatılmış Belkahve’den bakıyordu / ezilen bir ulusun kalbi çarpıyor / acılı gözleri haykırıyordu / ‘Dalgalan ey şanlı bayrak…’” derken bir koşu, İzmir önlerine geliverir. Ali Yüce, o köy enstitülü gerçekçiliğiyle, özetleyiverir bütün olan biteni, söyleneni: “Önde emperyalizm arkada halk / Kaç kovala kaç kovala kaç kovala / İnönü 30 Ağustos Dumlupınar Sakarya / Sabah güneş utku barış Lozan” derken savaşın genel bir özetini yapar. Ben de derim ki, Anadolu’nun o sektesiz yüreğidir, hepimize, Kordon’da o zeybeği ulusça oynatan:, “Kibele’nin soyundanız / Sakarya’dan/ Bademleri çiçekleyen, / Sazlara ses veren / Midas’ın vicdanından. // Kan lalesiyiz bu yüzden / Anadolu’nun, / O kor gurup / 9 Eylül imbatlarında hâlâ / Umuda açan”
Savaş bitmiştir. Artık her şeyi yerli yerine koyma zamanıdır. Ülküyü, devrimi, değerbilirliği, erdemi… Savaştaki gibi el ele… Ülkenin cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’dir, Cemal Süreya’ya göre, şiirin cumhurbaşkanı Ceyhun Atuf Kansu. Ceyhun Atuf’un çizdiği çerçeve şöyledir. “Yerine koymak, kutsamak o gülü, / Hangi yerine? / Mustafa Kemal’in bahçesine / Bir ulusun suladığı beslediği / Yediveren bağımsızlık gülü!” O çerçevenin evrensel açılımını Tahsin Saraç yapar: “Tutsaklığın utanç duvarını yıkmış ülkelerde bugün / Çekilen bir bayrak var ya özgürlük üzre / İşte o Atatürk.” Manastır’da, Bükreş’te, Tiran’da önünde saygı duruşunda bulunduğum Atatürk! Evrensel olan, zamana da hapsedilmez kuşkusuz, söze de. Bedrettin Cömert, onunla bir başka yazar yaşamın ve “Sanatın Öyküsü”nü: “Türkçe çağrılardasın / Sivas’ımın keçi vurdum bayırındasın / Sen Söylev’iyle yıllar aşan / Yarınlarda denksiz güven” derken. Melih Cevdet Anday, o sesi, ta binlerce yıl öncede duyar: “Atatürk’ün bir atı vardı / Etilerden beri yaşardı” Selamı da sonsuzadır. A. Kadir Paksoy’un yaptığı da bunun somutlaması: “Ahiler, Seymenler, Kuvayı Milliye Erleri / Yetmiş beşinci yılını Cumhuriyet’in ve / Başkentin / Selamlıyorlar Rasattepe’den gülümseyerek bakan / Mustafa Kemal’i” Haklısın İsa Küçük, evet: “Saat durur / Hayat durur / Aşk durmaz // Ay tutulur / Güneş tutulur / Akıl tutulmaz”
Akıl tutulmasının olmadığı yerde, sorumluluk da olacaktır elbet. Bu ülkenin emeğine, o emeğe bir taş koyanlara… Kurtuluş Savaşı’na, Cumhuriyet’e, Mustafa Kemal Atatürk’e!… O emeğe saygıda kusur etmeyenlerin, sorumluluk duyanların yüreğindeki duyarlığı, İlhan Demiraslan, şöyle dillendirir: “Atatürk dedim iptida / Önümü ilikledim. / (…) / Atatürk’üm bakıyor besbelli / Çekidüzen verelim üstümüze.” Behçet Necatigil, daha da pekiştirir o duyarlığı, “Bir yanlışlık yapsak / Bulutlanır gözleri / Anlarız, Atatürk üzüldü” Ataol Behramoğlu, o emeğe, o emek için alın teri dökenlere saygısızlık yapılmaması için gür bir çağrıda bulunur: “Dağ başını duman almış / İşimiz çok, vaktimiz dar / Vatan ağır yaralanmış / Yürüyelim arkadaşlar” Hüseyin Haydar, o çağrıya yüreği de katar: “Bir yiğit türküsü gibi / Cumhuriyeti ben kurmadım mı? // Yapacağım yine aynı işi / Şairim, asiyim: / Bilincim Mustafa Kemal’in bilinci.” Yüreğin sesine vuran tel, elbette Aşık Veysel’dendir: “Yürüyelim Atatürk’ün izine / Boş verelim bozguncular sözüne / Göz atalım şu dünyanın hızına / Yürüyüp hedefe varalım kardaş”
Ne yazık ki o akla, yüreğe, tele artık kulak verilmeyen bir zamanın tanığıyız. Attila İlhan’ın, “ankara kalesi’nde rasattepe’de / bir akça şahan gezer dolanır / yaşın yaşın mezarını aranır / şu dünyanın işine bak / mustafa’m mustafa kemal’im” dizelerindeki o hasreti duyan akça şahanların yerini şimdilerde başkaları aldı. O hazır kıtalar, Mustafa Kemal adını ağızlarına hiç almadan, merdivenlerden el sallayan “reis”lerine amigoluk nöbetindeler şimdi. Sadece amigolar değil. Kimler mi? M. Sunullah Arısoy’un dizelerinde onların kimler olduğu: “Varıp anıtına, saygıda duranlar, / Bilirsin, / Çoğu sencil değil!” Evet, “Hem de / Adını ana ana….” Dizgisini, kapak resmi seçimini ve düzenlemesini yaptığım Mehmet Başaran’ın “Kurşun İşlemiyor Yalnızlığa” adlı yapıtında ise Arsoyun’kine koşut şu dizeler var: “İhanetlerle karardı Cumhuriyet / Demir parmaklıklar ardından / Toprağa sızdı ılgıt ılgıt / ‘Kırmızı gülün alı…’” O ihanet, kuşkusuz Atatürk düşüncesine ve eylemine… O ihanetin neye yol açtığı, Can Yücel’in o ironik dilinde, şöyle ete kemiğe bürünüyor: “sen ey türk istiklalinin koruyucusu /… / ama her zaman samsun’a çıkılmaz a / bu sabah da avluda volta atmaya çık” Cumhuriyet’in emanet edildiği “Türk Gençliği”nin, “siyasi iktidara sahip olanlar”ca düşürüldüğü durumdur bu! Nedenini, önce Ali Yüce söylesin, sonra ben söyleyeyim: “Bu yol Atatürk yoludur / Bu at Atatürk’ün atı / Ters binenler var galiba / Atatürk kaşlarını çattı” – “işte, Gençliğe Hitabe / Bütün ders kitaplarında; / Ama Söylev yasak / ‘İktidara sahip olan ’Yaşayan El-Türklandlılarca”
Cemal Süreya, “Türkiye’nin adı / Soyadı yasasından beri / Atatürk adından / Soyutlanamadı” der. Yakınma mıdır; yaşamın ve tarihin, Atatürk’le bu denli özdeşleştirilmesine reddiye midir? Görünen o ki, reddiye. Hele o “70’li yıllarda / Atatürkiye // 1980’li yıllarda / Adıtürkiye;” vurgusu!.. Neyin yakınması, neye reddiye? Herkesin “Atatürkçüyüm” deyip de Atatürkçülükle bağdaşmayan haltlar yemesine!… Şairce, sert ve haklı bir tepki elbet! Böyle bir Atatürkçülüğün, gelip şöyle bir soruya da kapı aralaması da kaçınılmaz olacaktır eninde sonunda: “Doğru söyle / Beni mi seviyorsun Atatürk’ü mü?”
Ancak hiçbir şiirde tepkinin dozu, ironi sınırlarını aşmamalı, hiçbir yurtseveri yaralamamalıdır. Eren Aysan’ın şu dizeleri yaradan öte derin kesikler açıyor yüreklerde: “ben bildiğin kızlardan değilim sevgilim / ne zaman bir ‘Kemalist’ görsem / uygun adım kaçıyorum.” Peki, bu toptancılığa nasıl gelindi? Sivil itaatsizliğin, isyanın biricik yolu, çıka çıka Mustafa Kemal’le mi çıktı? Bu nasıl bir hesaplaşma, bu neyin “Düello”sudur? Eminim sen de incinmişsindir Sevgili Behçet Aysan, sen yüreğimin harlı yangını! Özetle bir olgudur artık Mustafa Kemal şiiri yazmamak, şiirle O’nu yan yana getirmemek! Bu durumu bütün somutluğuyla, Metin Demirtaş, şöyle ortaya koyuyor; 12.02.1991 tarihli bir mektubunda, Ceyhun Atuf Kansu’dan söz ederken: “Sanat Emeği’nde ölümü üstüne yazdığım yazıyı anımsarsın. Kimi arkadaşların “Kemalist bir şairdir.” yorumuyla yazıyı basmak istenmemelerini de… Ne aptallık!”[1]
Bunda elbet, kamplaşmaların, koşullanmaların, yaşanan koşuların etkisi var. İslamcılardan, Mustafa Kemal adını hayırla anmalarını bekleyemezsiniz elbet. II. Dünya Savaşı yılları “Toplumcu Gerçekçiler”in faşizmle ölümüne “Dost Dost İlle Kavga” yıllarıdır. II. Dünya Savaşı koşullarında solculara çektirilenlerin de faturası da sitem denmiş, ideolojisi denmiş, arkadaşları denmiş, Mustafa Kemal’e çıkarılmıştır. Dahası Sabahattin Ali, öldürtülmüş, Nâzım hapishane hapishane süründürülmektedir. O kuşağın izleyicileri de o etkiden bir türlü kurtulamamışlardır. 80 Kuşağı’nın idolü ise zaten o uzaylı ET’tir!…
Elbette onca yanlışlığa, o “Cunta”lara, “Bizim Oğlanlar”a söylenecek söz çok! Susulmayacaktır elbet. Nasıl mı? Sivil itaatsizliğin, isyanın şiirce ironisiyle. İşte onun çok çarpıcı, güzel bir örneği: “Gördünüz mü keyfini / generalin / başını sıkarken / yüzünde çıkan / sivil’cenin” Sunay Akın’a da yakışıyor, şiire de!…
Özellikle II. Yeni ve sonrasının en büyük eksiği budur. Orada da örtük, “kapalı”, kaçak… Bunu derken niyetim, kimsenin şairliğini tartışmak değil elbet. Bilinçaltı nasıl sorgulanır, onu da bilmem. Ereğim, yalnızca bir “olgu”yu imlemek; farkında olmayana, “İşte bu!” demek. Hele o “80 Kuşağı”!..
Şiir, muhaliftir elbet. O gür, zarif ses!… Taşı delen su!… Neye muhaliftir şair? Emeğe saygısızlığa, anadili horlamaya, sömürüye – emperyalizme, otoriteye itaate – biate, bağnazlığa – yobazlığa, yozlaşmaya – çürümeye… Elbette mite – mitolojiye, tarihe – anılara, Türkçeye, evrensel birikime değil! Garibaldi, Lenin, Ho Şi Min, Gandi, Guevara, Castro, Lumumba, Mandela’yı yere göğe koyamazken, Mustafa Kemal’e karşı olmak ya da onu görmezlikten gelmek değildir muhaliflik. Değerbilirliği, o Karacaoğlan dizesinde olduğu gibi boynu büyük bırakmak hangi şaire yakışır: “Kadrin bilmeyenler alır eline. Onun için eğri biter menevşe”
Bu yazının başında olduğum bu günlerde bir haber düştü bilgisunarıma. Maradona ölmüş. Herkes ondan söz ediyor, anılarını anlatıyor. İşte futbol spikeri Ercan Taner’in anlattıkları:
“Napoli, kendi evinde Bordeaux ile karşılaşıyor. Maçın adı benim için önemli değil. Maradona’yı anlatmak önemli. Futbolun Che Guevara’sı benim kahramanımdı.
Maç sonu kendisini gördüm basın toplantısında. İki kulağında pırlanta küpeleri vardı. Maç ile ilgili soru sordum. Bana “Nereden geldin Napoli’ye” diye sordu. “Türkiye” dedim. “Oooo Kemal Atatürk” dedi. Şaşırdım. Ama hemen toparlandım. (sözcü.com. tr, 29 Kasım 2020)”
Bizim de şaşıran şairlerimiz var mıdır, bilmem. Kulaklarındaki küpelerle mi ilgilidirler, yoksa kulaklarına küpe etmişler midir, elbette bir şey diyemem!..
Evet, Nâzım’ı görüp de Nâzım’ın “Kuvayı Milliye Şehitleri”ni görmemek değildir doğru olan. Neyzen Tevfik’in o oldukça sert, “Geldikleri gibi gitmediler / Kimi kirini bıraktı, kimi bitini / Kimi de piçini bıraktı. / Yoksa bu kadar şerefsizin / Bizden olması mümkün değil.” sitemi, elbette şairlerden çok, hiç kuşkusuz yobazları, üçkâğıtçı politikacıları ve o “yüzde on hain kontenjanı”nı kapsamaktadır. Yalnızca Neyzen değil, yetmiş seksen yıl sonra, o aymazları, Ataol Behramoğlu da silkelemektedir dut silkeler gibi, hem de olabildiğince sert bir soruyla: “Soyluydu sizden anneniz babanız / Sade yurttaşları Cumhuriyetin. / Siz hangi piç köklerden türediniz” Behramoğlu, ilk kuşağı sevgiyle anarken, Neyzen’e de “evet çok haklıymışsın ustam” demektedir doğrudan. Bir de biz soralım; bunda, hiç mi payı yoktur şair ve yazar dostların? Attila İlhan’ın gördüğü o yüzde onu görmemekle, görmezlikten gelmekle?… Şu dizelerim, bu sorumun sertçe bir somutlamasıdır kuşkusuz: “Biz mi Atam, / “Kar”lı bir havada unuttuk bütün anıları / Aymazlığımızda kuşlara pislettiler büstlerini / Ve öfkelerinin köprülerine astılar. / Sonra da saygıda durmayı huzurunda saygısızca / “Sap gibi durmak”la karıştırıp / Başa kakan o ağaçkakanları / “Neosadrazam”diye başımıza diktik sonunda / o neokonlarla” Evet, “Yetmez ama evet!” diye diye!…
Evet, somut bir gerçektir; isteyen, hepsini tek tek tarayabilir o yılkılık şiir yıllıklarını. Ne bir tek Atatürk şiiri var onlarda, ne de O’nun adı!… Mehmet H. Doğan’ın açtığı, Baki Ayhan T., Şeref Bilsel – Cenk Gündoğdu, Mustafa Ergin Kılıç’ların bekçiliğini yaptığı o kapıdan, herkesler geçti de bir tek Mustafa Kemal geçemedi. Gerçi o yıllarda, Mustafa Kemal’e dönüp bakan da pek kalmamıştı ya! Neden mi? “Modern sol”un(!) şair alfabesinde, dün “takıntı”, ufkun ötesi “ütopya”dır da ondan. Evet, onu ilgilendiren, varsa yoksa önündeki fermuar, gölgesinin oylumudur
Elbette karamsarlığa gerek yok. Dün – yarın köprüsünü kuran, özlemle umudu buluşturan şair de az değil. Onlar kimler midir? Şiiri baş tacı ederken mitolojiyi, tarihi, toplumbilimi ve felsefeyi kapının önüne koymayanlardır. Bunu başarmak için, elbette karşılaştırmayı bilen, düne takılıp kalmayan güncelin tuzağına düşmeyen, tarihle sanatın kesişme noktalarını görebilen bir bilinç gerekir. Kâğıtta ağacın anısıyla, rüzgârda ateşin ve suyun belleğiyle buluşmayı başarabilen duyarlı bir yürek!… İşte o zaman Homer’le Herodot, Fikret’le Mustafa Kemal, Tagor’la Gandi taze, anlamlı ve değerlidir. “En sağlam yapıyı / Biz diktik Atatürk / Biz verdik en doğru selamı / Bu duruş bu bakış / Bu lekesiz saygı bizim / Çok kanatlı bir kuş gibi / Durmadan uçan bu sevda / Hepimizin” derken Ali Yüce kuruyor o anlamlı ve değerli bağı. O bağı, Ceyhun Atuf, yeni bir “gül parmaklı şafak”a dönüştürüyor: “Yurdum! Senin derdin ne yüce / Gün ışır tepelerde yeniden görününce / Mustafa Kemal Paşa!” Bağı kurmak yetmez; ağaran o günle yapılacak daha ne çok iş vardır kuşkusuz, ilk iş de “Bağımsızlık Gülü”nü yeşertmektir elbet.
F. Villon’dan el alan Metin Demirtaş, “Sahi nerde, / Atatürk zamanında yağan / Tertemiz karlar şimdi!..” derken; İlhan Berk, “Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün”, Metin Turan, “onuncu yıl marşı gibisin aşkımın / kırkıncı yılında yine o tazelikte” derlerken el ele buluşturuyorlar o özlem ile umudu. El ele direnmeyi, geleceğe birlikte yürümeyi, gür sesle, coşkuyla davet eden de az değil. İşte o art arda akan dizelerden birkaçı daha: “Sen varken dördümüz sekiz idik / Şimdi dördümüz iki / Sanan varsa eksildik / Biliyoruz eksilmedik” diyor Özdemir Asaf, Halim Yağcıoğlu, “Geriliği kovmuşum ben dönmez / İnanın Mustafa Kemal’ler tükenmez”; Salah Birsel, “Sen boy atan çocuklarda / Kemiksin etsin / Akılsın hürriyetsin vicdanda / Kuvvetsin / Sen boy atan çocuklarda” derken umutla bakıyorlar geleceğe ve gençliğe.
Hasan Hüseyin ise Mustafa Kemal’i yaşamın her noktasında görmek istiyor. “Ve bu çetin kavganın / Mustafa Kemâl dedik adına!..” derken göreve çağırdığı gençlerdir: “Ay oğul ay Kemal’im / Hele bir de her yere / Çık hele bir / Çık hele bir Kemal’im / Çık ki her yer Samsun olsun Kemal’im” O çağrının halkçasını, Mahzuni Şerif yapıyor: “Bir daha gel, gel Samsun’dan / Sarı saçlım mavi gözlüm / Nerde, nerde, nerdesin dost” Gelin, bu coşkunun özetini bir felsefeci, Sabahattin Kudret Aksal yapsın, o nesnel, yetkin, dingin değerlendirmesiyle: “Alabildiğine insan kalabalığı vardı / Bir aydınlık geleceğe bakıyordu / Işıktı, sevinçti, türküydü / Görseydiniz o resimde Atatürk’ü”
Evet, hiçbirinden farklı düşünmüyorum, kopamıyorum hiçbir dizeden. Çiçek adlarında da yaşıyor O, dünyanın öte ucundaki deyimlerde de; “Mustafa Kemal gibi düşünmek” Norveçlinin çözüm üretme kararlılığıdır. Şiirimin de soluğu elbet: “Şunu unutmayın asla / Her çağın miti de farklı rengi de / Dün tepeden tırnağa erguvandı İstanbul / Bugün emeğin yollarında / Karanfil / Deniz’lerle el ele yürüyeceksek eğer / Elimizde olmalı hep / Bir demet Atatürkçiçeği / Yakamızda o karanfil”
Yazımı, Ceyhun Atuf ustam bağlarsa, sanırım, sözüm de varacağı yere, uçurumsuz dönemeçsiz varacaktır: “Aşık Veysel gözyaşını koymuş bul diye / Ben de aldım koydum şu belalı başımı / Haydi mektup! Atatürk’ü bul diye.”
Şiirin Kanadında Mektuplar, Ataol Behramoğlu – Metin Demirtaş, Evrensel Basım Yayın 2011 (sayfa 438)
Yorum Kapalı.