Sınır İllerinden Bir Garip
A.Tarık Emre
Adını Mennan koymuştu, Havva anası. Mennan’ın hiç görmediği babası sınırdan dönerken mayına basıp parçalanmıştı. Resmi nikâhlı olmadıklarından Mennan’a kafakağıdı alamadı Havva. Günlerden bir gün tanımadığı bir adam çıktı Havva’nın karşısına. Kol kanat gerdi ikisine de. Havva’yı nikâhına aldı, Mennan’a da kafakağıdı çıkarttı.
Adam Havva’ya elini bile sürmedi. Havva bir gün dayanamadı sordu adama, “Bütün bu iyilikleri niye yaptın?” diye. Acı bir gülümseme yayıldı adamın yüzüne, “Suriye’de alışverişimizi yapmış, Mennan’ın babası Adnan’la dönüyorduk memlekete. Mayını temizlenmiş diye bildiğimiz arazide ilerlerken hiç hesapta olmayan bir şey oldu.”
“Ne oldu ki?”
“Sabahın karanlığında usulca yürüyorduk. Aniden durdu Adnan, çevirdi yüzünü yüzüme, gözlerimin içine baktı, konuştu ağır ağır. Bedri birader, eğer başıma bir şey gelirse Havva sana emanet. Yüklüdür, helalimdir. Bilirsin bırakmadı babası evlenelim demesine kalmadan bastı mayına…”
Havva korkuyla yüzünü kapadı, “Anlatma gerisini.” diye adeta inledi.
“Adnan’ı hep Suriye’de mapushaneye düşmüş bilirdim; döner bir gün diye avuttum kendimi” dedi Havva gözleri yaşlı.
“Sınırdan canlı hayvan geçirilecek ihbarını alan jandarma araziye yeni mayın döşemiş meğer. Adnan oracıkta rahmetlik oldu. Askerler beni yakaladı. Geçen sene çıktım mapustan. Sizi bulmam epey vakit aldı” diye sözünü bitirdi Bedri.
Tam o anda, Havva’nın gözünün önüne on sene önce olanlar geldi. Adnan, anası ve dayısıyla birlikte Havvalara gelmişti.
Adnan’ın dayısı Allah’ın emri, peygamberin kavliyle Havva’yı yeğeni Adnan’a babasından istemişti.
Aksilenmişti Havva’nın babası, “Kaç nesildir kaçakçılık yapan bir aileye verecek kızım yok benim. Naz ediyoruz da sanmayın ve bir daha da evimizin kapısını çalmayın” diyerek kovmaktan beter etmişti gelenleri.
Sonra ne mi olmuştu? Tek bacaklı Ali çocuk, mektup getirmişti Havva’ya bir sabah erkenden, “Bunu Adnan Abey yollamıştır” demişti, anlamlı anlamlı gülümseyerek.
Mektupta Adnan’ın askerdeyken öğrendiği okuma yazmadan miras kalan el yazısıyla, “Yarın sabah ezanından önce, dayımın bahçeye gel, kaçalım buralardan.” cümlesi vardı. Kaçış o kaçış. Bir daha gören olmamıştı ikisini. Af dileme tekliflerinin hepsini geri çevirmişti Havva’nın babası.
“Şeytan görsün yüzlerini” demişti.
Ertesi sene köylülerle beraber zahter toplamak için gittiği yayla yolunda kalp krizi geçirip, bu dünyadan göçüp gitmişti.
Havva, “Bana küs gitti, o aksi babam” diye inlemiş, gözlerinden sicim gibi yaşlar inmişti.
***
Bedri patlamanın ardından ne yapacağını bilemedi. Birazdan jandarmalar gelirdi. Kaçak altınları toprağa gömdü. Adnan öncü olduğundan üstünde bir gram bile altın yoktu.
Jandarma karakolunda ifade veren Bedri, yiğidin kalesi inkâr ilkesine harfiyen uydu. Dayak ve falakaya rağmen tek bir söz çıkmadı ağzından.
“Komutanım, biz kaçağa gidiyorduk; dönüş yolunda değildik ki” demekten başka hiçbir şey söylemeyince, jandarma komutanı ifadesini yazdırtıp Bedri’ye imzalattı. Mahkemesi kısa sürdü Bedri’nin. Antep’te dört, arkasından bazı kaza cezaevlerinde olmak üzere, toplam dokuz yıl yattı.
Çıktıktan sonra bir yolunu bulup sınırı geçti. Nirengi noktasını ezbere bildiği yere geldi, “Zavallı Adnan hemen şuracıkta parçalanmıştı” dedi içinden. Toprağı kazdı, Suriye altınlarını sakladığı yerde buldu. Altın paralar ve takılar canlılığından hiçbir şey yitirmemişti.
“Boşuna altın pas tutmaz dememişler” diye neşeyle mırıldandı. Geldiği gibi sessizce gitti ve birkaç ay sonra ilçenin kuyumcular çarşısı diye anılan yerinde küçük bir dükkân açtı. Artık kaçağa gitmeyecek, Suriye’den altın ve değerli takılar getirenlerle pazarlığını yapacaktı.
Mennan geç başladığı ilkokulu bitirdi, Bedri’nin yanında çalışmaya başladı. Bedri kaçak işini gizlemek için baba mesleği saat tamirciliğini sürdürüyordu. Mennan’a tamirciliğin bütün inceliklerini öğretti. Mennan kısa sürede ilçenin en namlı saat tamircilerinden biri olmuştu. Bu işi yaparak ne uzar ne de kısalırdı ama babalığı Bedri öyle değildi. Bir telefon geliyor, Adana’ya gidiyor, birkaç gün sonra altında en pahalısından bir Amerikan arabasıyla dönüyordu. Bazı günler, aynı gangster filmlerindeki kötü adamlara benzeyen, çoğunlukla İstanbul’dan gelen misafirleri olurdu Bedri’nin. Bunların kimisi evde, kimisi de ilçenin tek oteli olan Çiçek Palas’ta kalırdı. Misafirler geldiğinde Havva, Mennan’ı alır annesinin evine giderdi. Aradan birkaç gün geçer, misafirler o Amerikan arabasıyla tozu dumana katarak uzun yolculuklar yapardı. İlçeye vardıktan sonra da geldikleri yer neresiyse oraya geri dönerlerdi. Misafirlerin ayrıldığı günün akşamı Bedri kasayı deste deste paralarla doldurur, kendisini meraklı bakışlarla izleyen Mennan’a gülümseyip gözünü kırpardı.
Mennan’ın tek eğlencesi arkadaşlarıyla birlikte ilçedeki açık hava sinemasına gitmekti. Tarkan’ın, Karaoğlan’ın, Malkoçoğlu’nun, Battal Gazi’nin, Kara Murat’ın kahramanlıklarını; Turist Ömer ve Ofsayt Osman’ın kalenderliklerini seyretmek çok hoşuna gidiyordu. Boğaz’daki yalılarda yaşayan zenginlerin hayatları ilgisini çekmekle birlikte, onların fakir insanlara kötü davranmalarına hiç dayanamıyordu. Pek sık olmasa da Amerikan kovboy filmlerinin de gösterildiği olurdu. John Wayne’e bayılıyordu; ama bazen de Kızılderililer kazansın istiyordu. Gangster filmleri de fena değildi ama arkadaşlarının, “Hişt Mennan, babalığın Bedri’nin misafirlerine benziyor şunların hepsi” deyip takılmalarına bozuluyordu. James Bond’u da hayranlıkla izlerdi ama Yılmaz Güney’in filmleri bir yana dünya bir yanaydı. Onun filmleri gösterildiğinde tıklım tıklım dolardı sinema, hiç kimsenin çıtı çıkmazdı.
Bedri bir keresinde Mennan’ı Adana’ya götürmüştü. Adana büyülemişti onu, kimbilir İstanbul nasıldı? Askerliğini Ankara’da yaptı. Çarşı izinlerinde vazgeçemediği zevki; sinema ziyaretlerine devam etti. En yakın arkadaşı, Mennan’ı parçalı adı verilen seks filmleriyle tanıştıran İstanbullu Sıtkı’ydı. Çok konuşkandı Sıtkı; dili de öyle tatlıydı ki. Hele İstanbul’u ballandıra ballandıra anlatması Mennan’ın kulağına çok hoş gelirdi ve Sıtkı hiç susmasın isterdi. Artık Mennan için İstanbul’u görmek farz olmuştu.
Tezkerelerini aynı gün aldılar. Konuşa konuşa tren garına kadar yürüdüler. Ayrı ayrı binecekleri trenlerin hareket saatine daha vardı. Bir yere oturup çay içtiler. Sıtkı bir sigara yaktı; Mennan sigara içmezdi.
“Vatan borcunu beraber bitirdik. Bilhassa son altı ay bayağı bir samimi olduk. Şimdi diyeceklerimi iyi dinle, Mennan biraderim” diye söze başladı Sıtkı, sigarasının dumanını uzun uzun savurdu.
“Dinliyorum, kardaş.”
“Senin bana anlattıklarından çıkardığım kadarıyla üvey baban Bedri işini biliyor. Sadece saat satmak ve tamir etmekle o kadar para kazanılmaz. Sınıra yakın şehirlerde kaçak işler çoktur. Uyanık ol Mennan, sizin oradaki kaçak altını İstanbul’a getirirsen en azından üç misli para kazanırsın. Eğer İstanbul’a yerleşmek gibi bir niyetin varsa, sana dediklerimi hiç aklından çıkarma. Filmlerdeki taşı toprağı altın lafına kanma; İstanbul parasız çekilmez, benden söylemesi!”
“Ciddi misin, tertip?”
“Ciddiyim tabii, oğlum. Şu kâğıda telefon numaramla, adresimi yazdım. İstanbul’a ne zaman gelmek istersen beni ara. Dediklerimi de sakın unutma, tamam mı?”
“Merak etme, unutmam. Benim tren birazdan kalkacak, tertip. Vedalaşalım haydi.”
İki arkadaş sarıldılar birbirlerine . Adana treninin hareketine beş dakika kaldığını bildiren son duyuru yapıldı.
“Hakkını helal et, Sıtkı. Gitme vakti geldi artık.” dedi Mennan.
“Helal olsun, iyi yolculuklar.”
“Sana da. Yakında görüşecekmişiz gibi bir his var içimde, Sıtkı birader.”
“O da olacak inşallah. Haydi uğurlar olsun.”
Mennan akşamleyin Adana’ya vardı. Bu saatte doğup büyüdüğü ilçeye otobüs veya minibüs kalkmazdı. Geceyi ucuz bir otelde geçirdi ve ertesi sabah erkenden memleketin yolunu tuttu. Bindiği otobüs her yere girip çıktığından yolculuğu uzadıkça uzadı. Neyse ki sonunda iki sene önce ayrıldığı anacığına kavuştu. Çok sevindi Havva biricik oğlunu gördüğüne. Ana oğul sarıldılar, öpüştüler, koklaştılar. Üvey babası Bedri bir iş için Suriye’ye gitmişti. Birkaç gün sonra gelecekti. Anasına sormanın tam vaktiydi.
“Babalığım Bedri’nin ne işi var ki Suriye’de, anacığım? Ben iyice düşündüm. O küçücük dükkânda saat satarak, tamir ederek bunca para kazanılmaz. Şu işin doğrusunu söyle bana.”
Anası ta en başından beri bütün olanları anlattı Mennan’a. Öncü giden babası parçalanmıştı. Yani öz babasının Suriye’de mahkûmiyetini bitirip memlekete döneceği hikâyeleri sadece bir palavradan ibaretti. Peki, Bedri’nin sermaye yaptığı o altınlarda hem anasının hem de kendisinin hakkı yok muydu? Tamam Bedri yapacağı iyiliği yapmıştı ama daha fazlasını vermesi gerekmez miydi?
Dükkânın altında bir depo vardı. Temizlik yapmak için sağı solu süpürdüğünü, toz aldığını hatırlıyordu o izbe yerde. Altınlar depoda gizli bir yerde duruyor olabilirdi. Hazır Bedri de yokken aşağısını bir güzel kolaçan etmeliydi.
Ertesi sabah dükkâna gitti. Yokluğunda Bedri’ye yardım eden çocuğa, “Bugün sana benden izin” dedi. Çocuk yevmiyesini alıp sevinçle çıktı dükkândan. Mennan kapıyı kilitledi. Bedri’yle yaptıkları gibi kapıya, ‘Temizlik Var’ levhasını astı, depoya indi.
Etrafı yokladı ama ne kasa ne sandık ne de kutu benzeri bir şey bulabildi. Duvardaki takvim dikkatini çekti çünkü ondan başka tuğla duvarın üstüne asılmış bir şey yoktu. Takvimi kaldırdı, tuğlaların üstüne elleriyle bastırdığında iki tuğla parçasının yerinden oynadığını gördü. Tuğlaları çekti çıkardı. Şimdi gözlerinin önünde itinayla açılmış bir oyuk vardı ve o oyuğun içinde de bir heybe. Büyük bir heyecanla heybeyi çekti çıkardı oyuğun içinden. Heybenin içi pırıl pırıldı. Bilezikler, yüzükler, paralar… Altından yapılmış türlü türlü takılar Mennan’ın gözlerini kamaştırdı.
Büyük bir sevinç içinde yukarı çıktı, altınları tartı. Üç kilodan birazcık fazlaydı. Tarifsiz bir sevinç kapladı içini, büyük bir keyifle güldü. Heybeyi bulduğu yere koydu, geçti tezgâhın başına, saatlerden birini onarmaya başladı. Öğle yemeği için çıktı dükkândan, bütün esnafın toplandığı lokantaya gitti. İki yıldır görmediği tanıdıklarıyla tokalaştı, hasret giderdi.
“Senin Bedri seyahatini uzatmış, Beyrut’a gitmiş. Bilmiyor muydu senin askerden döneceğini?” diye sordu ilçenin en eski kuyumcusu, Mümtaz.
“Bilmiyordu herhalde, yoksa ertelerdi işini” diyen Mennan üzülmüş gibi görünmeye çalıştı; ama aslında çok sevinmişti. Bedri’nin yokluğunda daha rahat hareket edebilirdi.
Yemeğini bitirdi, herkesten izin isteyip dükkâna gitti. Altınları heybeden aldı, yağmurluğunun ceplerine eşit miktarda dağıttı. Sabahleyin havanın yağmurlu olması güzel bir rastlantıydı. Hatta şimdi yine başlamıştı. Postaneye doğru yürürken yağmurun hızı arttı, yağmurluğun başlığını kafasına çekti.
Postanede Bedri’nin eski arkadaşlarından Zülfikâr’ı gördü. Asker ocağına gelen mektupların birinde, ikisinin alacak verecek yüzünden aralarının bozulduğunu yazmıştı annesi.
“Askerliği hayırlısıyla bitirdin sonunda, he Mennan?” dedi Zülfikâr.
“Evet, Zülfikâr Emmi” diyen Mennan adamın elini öptü.
“Ankara’da bir yavuklu buldun da ona mektup yollamaya mı geldin postaneye?”
Mennan gülümsedi, “Yok, Zülfikâr Emmi. Benim tertiplerden birinin ailesini arayacağım da… Zülfikâr Emmi; Bedri’yle aranız bozulmuş galiba, doğru mu?”
“Doğru tabii. Bana çok borcu var ama bir türlü ödemiyor. Biz bir ara ortak iş yaptık Bedri’yle; ama bu nasıl ortaklıkmış ben anlamadım. Para hep benden çıktı. İş gezmeye geldi mi, harcadığı paranın haddi hesabı yok. Bugünlerde dönecekti güya. Nispet yapar gibi Mümtaz’ı aramış, Beyrut’a gideceğini söylemiş. Kendisi bilir vallahi, döndüğünde ödeme yapmaz ise külahları değişiriz.”
“Ben konuşurum Bedri’yle, Zülfikâr Emmi. Barıştırırım ikinizi. Siz çok eski arkadaşsınız, küslük size yaraşmaz” dedi Mennan.
Zülfikâr, “Pekâlâ yeğenim. Sana iyi günler. Yalnız dediğim gibi ödeme yapmazsa, kendi bilir. Sen bilmezsin onu; ne kirli çıkıdır o. Dükkânın ıcığını cıcığını arayıp tarasan, üç beş kilo altın bulursun“ dedikten sonra hızlı adımlarla postaneden çıktı, dışarıda bekleyen otomobile bindi.
Mennan, Sıtkı’nın telefon numarasını memura verdi. Aşağı yukarı bir saat sonra telefon bağlandı.
“Sıtkı, birkaç gün içinde geleceğim. Hareket etmeden evvel seni yine ararım. Haberler iyi…”
Sıtkı, Mennan’ın coşkulu sesini duymaktan çok memnun oldu. Gözleri parladı, “Dört gözle daha da iyi haberlerini bekleyeceğim, tertip” dedi.
***
Akşam yemeği bitmek üzereyken annesine bir iş için Adana’ya gideceğini söyleyince kadıncağız fazla bir şey diyemedi. Sadece, “Bir iki gün soluklanaydın be Mennan” sözü çıktı ağzından.
“Benim bir tertip Adana’da dükkân açacak. Yardımcı olmamı istedi. Bakarsın Adana’ya taşınırız be anam” diyerek yalan söyledi.
“Buradan başka bir yerde yaşayamam ben. Sen de buralardan temelli gideyim deme. Şimdi komşulara gideceğim. Sana söylemiştim hani; reçel yapmalarına yardım edeceğim” dedi annesi.
Annesi evden çıkar çıkmaz, Mennan arka bahçeye geçti. Saksıların en hafifini seçti, içine biraz toprak attı. Arkasından yıllardır giymediği eski çoraplarının içine altınları koydu, çorapları da saksının dibine yerleştirdi. Biraz toprak daha ekledi. Bahçedeki kırmızıbiber fidesinin en sağlamını söktü, güzelce dikti saksının içine. Cansuyunu da verdikten sonra, azıcık toprak daha attı, elleriyle bir güzel bastırdı. Kırmızıbiberler daha da canlanmıştı sanki.
“Güzeller güzeli çiçeklerim” dedi, biberleri öptü.
Havva sabah kahvaltıyı hazırlarken saksıdaki fideyi gördü. Annesinin bakışlarından bir soru geleceğini anlayan Mennan, “Adanalı tertip atıp tutuyordu; Adana’da güya kırmızıbiberin en kralı olurmuş diye. Senin yetiştirdiklerinden en güzelini koydum saksıya. Diksin bahçesine de görsün bakalım bizim buraların biberi nasılmış” diyerek annesine yanıt vermiş oldu.
“Niye kocaman bir saksının içine koydun be oğlum?”
“Sen dersin ya toprak bol olacak ki, güzel çiçek açsın diye.”
“O güller için be, Mennan. Aranız çok iyi galiba bu Adanalı çocukla, he mi? Bir de İstanbullu var diye yazmıştın.”
“İstanbul buraya çok uzak Havva anam! Git git bitmez yolu. Hem bu Adanalının bir amca kızı varmış…” diye bir yalan daha attı.
“Ne yani… Askerlik bitti, sıra geldi evlenmeye mi diyorsun?”
“Kızı göreyim hele, anacığım!”
Mennan kendine hayret etti. Nasıl oluyordu da bu kadar rahat yalan söyleyebiliyordu? Demek ki insanoğlu kanunsuz işlere doğru yelken açtığında nefes alır gibi doğru olmayan şeyleri hiç zorlanmadan uydurabiliyordu. Böyle yaparak karşısındakileri çok daha rahat ikna ediyordu sanki. Bir çay daha içti.
“Ziyade olsun anacığım, eline sağlık. Ben dükkâna bir gideyim. Şu tezgâhtar çocuğa yapacağı işleri söyleyeyim” dedi, hızlı adımlarla dükkânın yolunu tuttu. Kapının önünde çay içen çocuk Mennan’ı görünce ayağa kalktı.
Mennan tezgâhtarı selamladı, “Birkaç gün dükkân sana emanet evlat, sakın yüzümü kara çıkarma” dedi ve hiç oyalanmadan otobüs garajına gitti. Ertesi gün Adana’ya en erken saat için bilet aldı.
***
Sabahın köründe, geceyi doğru dürüst uyumadan geçiren anacığıyla vedalaştı, “Beni merak etme sakın. Tez zamanda dönerim. Şimdi bir güzel uyu, olur mu?” deyince Mennan, Havva ağlamaklı oldu.
Adana’ya vardı. Hiç oyalanmadan istasyona gitti. Tren yolculuğunu hem emniyetli buluyor hem de çok seviyordu. Gişedeki görevli İstanbul biletini Ankara’dan alabileceğini söyledi. Trenin kalkmasına daha vardı. Postaneye gidip Sıtkı’yı aradı. Bu sefer talihliydi; yirmi dakika sonra Sıtkı karşısındaydı, “Fırsat bulursam, seni Ankara’dan arar bilgi veririm. Yanımda içi dolu bir saksı var. Anladın, değil mi?”
“Anlamaz mıyım? Seyrettiğimiz bir filmde adamın tabancayı gizlediği gibi” dedi Sıtkı gülerek.
Altın paralardan birini bozdurmuştu, hemen gitti yemekli vagona kuruldu. Garsonlar elinde saksıyla gelen yolcuya bir anlam veremeyip birbirlerine baktılar; ama Mennan bahşişi baştan verince saygıda kusur etmediler.
“Askerlik arkadaşıma bizim buraların biberinden getireceğime söz vermiştim de onun için böyle yolculuk ediyorum” deyip açıkladı durumu.
Tren iki saatlik gecikmeyle Ankara’ya vardı. Mennan bilet almaya gişeye gitti ama Eskişehir yakınlarındaki bir kaza yüzünden seferler ertesi sabah başlayacaktı. Sıtkı’yı aradı, otobüsle geleceğini söyledi.
“O zaman Harem’de ineceksin. Varır varmaz beni ara.” dedi Sıtkı.
O yıllarda istasyonun çok yakınındaki otobüs garajına kadar yürüdü ve yarım saat sonra kalkacak bir otobüse bindi. Kimi yolcular taşıdığı saksıdan dolayı Mennan’a acayip acayip baktı. On liralık çıkmayı kapan muavin, Mennan’ı yanı boş bir yere oturttu. Bir hayli yorulmuştu Mennan, gözleri kapandı…
Uyandıktan az sonra bir yolcunun muavine, “İstanbul’a ne kadar yolumuz kaldı, evladım?” diye sorduğunu duydu.
“Allah’ın izniyle bir buçuk saat sonra varacağız, amca” dedi muavin.
70’li yılların sonlarına doğru memleketin her yanı kaynıyordu ve her yerde sıkıyönetim vardı. Otobüs az sonra durduruldu. Askerlerin komutanı kıdemli bir astsubaydı. Askerler yolcuların kimliklerini incelerken Maraşlı astsubay Mennan’ın yanındaki saksıyı gördü, “Sen saksıyla beraber aşağı in bakayım” dedi.
Mennan’da şafak attı ama yapabileceği bir şey yoktu. Astsubay otobüsü yolladı. Askerlere, “Gidin aracın içinde beni bekleyin” diye emretti. Sonra Mennan’ın omzuna vurdu, “Gel şu kahvede birer çay içip konuşalım” dedi.
Anarşi ortamı, kelle koltukta görev yapmak, Maraşlı astsubayın kafasını bir hayli yoklamıştı. Sinirli sinirli konuşuyor, konuşurken de yüzü gözü seğiriyordu.
“Bak aslanım. Şunun şurasında emekliliğime az kaldı. Karımın doğup büyüdüğü bu kasabadan ayrılmayı pek düşünmüyorum. Senin anlayacağın memleketim Maraş’a dönmem çok uzak bir ihtimal. Bizim evin arkaya kavun, karpuz ve zerzevat yetiştirdiğim ufak bir bahçe yaptım. Senin biber fidesi Maraş’takiler kadar olmasa da yine de fena değil. Hiç anlamam, bunu bana vereceksin. Ben de sana benimkilerden birini, tamam mı? Anlaştık, değil mi?”
Mennan allak bullak oldu, ne diyeceğini şaşırdı. Askerden henüz döndüğü için Maraşlı astsubay gibi böyle garip davranışlar içinde olan birçok komutan görmüştü. Adama itiraz etmek, başa bela almak demekti. Biberler mühim değildi ama üç kilo altından vazgeçmek!
“Komutanım, tezkere alalı on gün bile olmadı. Bu biberi İstanbul’daki bir tertibe götürüyorum; biber ne görsün diye. Saksımı benden ayırma komutanım.”
Astsubayın bakışları değişti, “Lan oğlum, sana anlattım ama sen anlamadın galiba. Lafımı ikiletme… Hem İstanbul’daki biri ne anlarmış ki biberden?”
“Anlar komutanım. Bizim oralardan göçmüşler İstanbul’a.”
“Lan oğlum uzatma. Benim biberlerden vereceğim ya sana! Al onu götür askerlik arkadaşına” dedi astsubay sesini yükselterek. Bakışları daha da korkunçlaşmıştı.
Mennan bilirdi bu bakışları; üstelemek anlamsızdı, “Peki, komutanım ama şu tertibi bir aramam lazım. Beni Harem’de bekleyecekti.”
“Tamam aslanım, gideriz şimdi karakola. Edersin telefonunu çabucak. Adıyamanlı yüzbaşım geldiyse onunla da tanışırsın; biberin iyisinden o da anlar.”
“Peki, gidelim o zaman.”
“Ha, adını sormayı unuttum. Benim adım Azmi.” dedi, elini uzattı Mennan’a.
Mennan astsubayla tokalaştı, “Benim adım da Mennan, komutanım” dedi.
***
Cipe bindiler, yol üstünde bir evin önünde durdular. Azmi Astsubay elinde biber saksısıyla indi.
“Burası neresi?” diye Mennan yanındaki askere sordu.
“Azmi komutanın evi. Senin biberler artık emin ellerde” diyen asker alay edercesine sırıttı.
Azmi Astsubay hemen döndü, “Karakoldaki saksılardan birini vereyim sana Mennan. Benim hanım bütün saksıları sulamış; ıslatmayalım şimdi seni” dedi.
“Yok, komutanım gerekmez. İki ay sonra yine geleceğim bu taraflara, o zaman getiririm arkadaşın biberini” dedi Mennan. Nasıl konuştuğuna hayret etti. Gitmişti üç kilo altın.
Astsubay hınzırca sırıttı, “Bakarsın o getireceğini de beğenir, alırım” dedi.
“Arzun bilir komutanım” dedi Mennan sıkılarak.
“Bu arada belirteyim; senin saksıyı da ben suladım, arka bahçeye koydum.”
“İyi yapmışsın komutanım” dedi Mennan. İyice gerilmişti.
Fazla oyalanmadan karakola vardılar. Yüzbaşı daha gelmemişti. Astsubaylardan birinin rapor aldığını bildirdi nöbetçi onbaşı.
“Yani bu akşam yine ben mi kalıyorum nöbete?” diye söylendi Azmi Astsubay.
“Öyle olacak galiba komutanım” diye onbaşı cevap verdi.
“Alıştım artık başkalarının yerine nöbet tutmaya. Neyse sen arkadaşa yardımcı ol. İstanbul’a telefon edecek” dedi Azmi Astsubay.
Onbaşı, “Emredersiniz komutanım” dedi, topuk selamı verip odadan çıktı.
Mennan özel hattan Sıtkı’yı aradı. Üstü kapalı durumu anlattı. Sıtkı uyanık çocuktu. Sakat bir durum olduğunu hemen anladı.
“Ben bir buçuk, iki saat sonra oradayım. Otobüs garajında bekle beni” dedi.
Mennan, Azmi’den müsaade istedi, “Komutanım arkadaşın zaten bu yakınlarda bir işi çıkmış, iki saate kadar gelecekmiş.”
“İster bizim burada takıl, ister şehirde biraz dolaş” dedi Azmi.
“İyisi mi ben dolanayım. Hadi bana eyvallah, Azmi komutanım.”
Azmi elini uzattı, tokalaştılar. Mennan buruk bir sesle, “Çiçeğime iyi bak, komutanım. Bu arada senden bir isteğim var. Biberi yeni diktiğimden, birkaç gün daha saksıda kalsın yoksa kurur gider” diyerek adeta yalvardı.
Azmi, “Sen hiç dert etme, koçum” dedi.
***
Mennan’la Sıtkı otobüs garajında buluştular. Mennan heyecanla anlatmaya başladı.
“Sıtkı birader, astsubay tam bir psikopat. Kaptırdık saksıyı ama eğer lafımı dinlerse biberleri hemen toprağa gömmeyecek. Herifin evini biliyorum. Telefon etmem için beni karakola götürürken evine uğradı.”
“Bu iyi haber, Mennan.”
“Ayrıca benim kırmızıbiberleri arka bahçeye koymuş. Nerede görsem tanırım o saksıyı. Karakoldayken herifin bu gece nöbetçi olduğunu da öğrendim.”
“Saksının yerini tespit etmek hesabı ufak bir keşif yapalım şimdi. Herifin nöbetçi olması çok iyi olmuş. Saksıyı akşam karanlığında kolayca alır gideriz. Senin plan gayet iyi işlerken şu hıyar astsubay bozmuş her şeyi.”
“Ulan tren kazası da bula bula beni buldu!”
“Yapacak bir şey yok, tertip. Talihsizlik diyeceğiz. Sakın üzülme, biz bu saksıyı araklarız” dedi Sıtkı; arkadaşını ferahlatmak istiyordu.
“Yüreğime su serptin kardaş. Sağ olasın. Sıtkı bildiğin gibi değil, birkaç tane işçiliği harika takı var. Bildiğin gibi değil çok kıymetliler. Güzel bir fiyata okutabiliriz bence” dedi Mennan.
“Gör bak saksıyı alacağız ve doğruca gideceğiz Çemberlitaş’a, eniştemin tanışı kuyumcunun yanına.”
İki arkadaş Azmi’nin evinin önüne geldiklerinde, kimseye çaktırmamaya gayret ederek etrafı iyice incelediler. Arka bahçedeki çardağın altında genç bir kadın oturmuş yün örüyordu. Hemen yanında da Mennan’ın saksısı duruyordu.
Sıtkı göz ucuyla kadına baktı, “Oğlum bu astsubayın kızı falan olmasın? Çok genç lan bu karı” dedi.
“Ben kadını hiç görmedim, tertip.”
***
Azmi Astsubay karakolda Adıyamanlı yüzbaşıyla çay içiyor, bir yandan da konuşuyordu.
“…İşte böyle komutanım. Çocuğa rica ettim biber fidesini kaptım. Birkaç gün daha saksıda tutup toprağa gömeyim diyorum…”
Yüzbaşı astsubayın sözünü kesti, “Aslında saksıyı çatlatıp da gömebilirsin” dedi kayıtsızca.
Yüzbaşıyla Azmi’nin muhabbetini kapının önüne gelen bir asker kesti, selam verdikten sonra, “Siz yemekteyken bir komşunuz aramıştı, Azmi komutanım. Adı Refik’miş.”
Azmi çıkmak için izin istedi, “Bir telefon edeyim, komutanım. Önemli olabilir” dedi.
“Tamam git” dedi yüzbaşı. Kapıda bekleyen askere de sert sesiyle, “Benim çayı tazele, oğlum” diye emretti.
“Emredersiniz komutanım” dedi asker.
Azmi komşusunu aradı. Refik’in sesi heyecanlıydı, “Azmi komutanım, sizin evin etrafında tanımadığım iki adam dolaşıyor. Yenge bahçede, bilmiş ol hani” dedi.
Astsubay genç ve güzel karısını herkesten kıskanıyordu. Dahası karısının başkalarıyla oynaştığına inandırmıştı kendini. Saniye sektirmeden evi aradı, “Çabuk içeri geç. Bak sana söylüyorum bahçede oturmayı bırak. Sana bakanlar olmuş” dedi.
Kadın bıkkın bir sesle, “Yine mi aynı mesele, Azmi? Ne zaman bırakacaksın şu saçma düşünceleri” dedi.
“Çabuk, diyorum sana!” diye bağırdı Azmi, gözleri yuvalarından çıkmıştı sanki.
***
Akşam karanlığı çöker çökmez Sıtkı’yla Mennan evin önüne geldiler. Mennan kapıyı çalacak, Azmi’nin karısını lafa tutacak ve o sırada da Sıtkı arka bahçeye atlayacaktı.
Kapı çaldı. Azmi ve genç karısı mutfaktaydılar, “Esma, git bir bak, kimmiş?” diye emreden bir sesle haykırdı Azmi. Refik’in verdiği haber onu iyiden iyiye germişti. Genç karısı kesin bir işler çeviriyordu.
“Oğlum Azmi, oralardan evlenilmez. Hele bir de yaşça çok küçüğünse…” diyen amcası geldi aklına. Keşke amcasının dediğini yapsaydı. Ne buralardan evlenecekti, ne de genç kadın alacaktı. Karısı kesin onu aldatmaya meyilliydi. Akşamın bu saatinde kim gelmiş olabilirdi? Nöbetçi olduğunu bilen biri. İşte o yüzden Esma’yı yollamıştı kapıya, arkasından seğirtip karısına kimin göz koyduğunu görecekti. İçine bir kuşku düştüğü için yüzbaşıyla konuşup nöbetten affını istemesinin sebebi buydu.
Mennan, Azmi’nin sesini duyunca şaşırdı. “Bu herif nöbete kalacağını söylememiş miydi karakolda?” diye aklından geçirdi. Kapıyı açan kadını görünce şaşkınlığı, hayranlığa dönüştü. Kadının güzelliği Mennan’ı çarptı; adeta dili tutuldu. Bir şeyler söyledi ama derdini anlatamadı.
Azmi kulak kabarttı. Kapıdaki adamın kem küm ettiğini duydu ve baskın vermek düşüncesiyle hemen kapıya koştu. Sabah tanıştığı Mennan’ı görünce şaşırdı. Karısı ise ne olup bittiğini kavrayamamıştı bir türlü. Boş gözlerle bir Mennan’a bir de Azmi’ye bakıyordu.
“Ne oldu, niye geldin? Ne işin var senin burada, Mennan?” diye kızgın bir sesle homurdandı Azmi.
Esma kocasının böyle konuşmasına şaşırdı, “Azmi, hiç kapımıza gelmiş birisiyle böyle konuşulur mu?” deyince Azmi daha da sinirlendi. Artık iyice emin olmuştu; karısı muhakkak kuyruk sallamış, Mennan garibanı da peşinden gelmişti.
Mennan kendini toparlamaya çalıştı, “Komutanım, benim arkadaş buraya gelirken ehliyetsiz yakalanmış. Bir yardımcı olsan diyecektim. Seni nöbetçi bildiğimden, önce karakola gitmiştim de…” diye yalan söyledi.
“Ya öyle mi? Bir dakika bekle beni. Üstüme bir şey alayım.”
Sıtkı mutfaktaki ışığın söndüğünü görür görmez, duvarın üstüne çıktığı gibi anında atladı arka bahçeye, saksıyı kapmaya.
Ceketini almak için mutfağa giren Azmi bahçede bir karaltı görünce saniye sektirmeden beylik tabancasına davrandı, mutfak kapısından arka bahçeye çıktı. Evet, şüphelerinin hepsi doğrulanmıştı. Kırmızıbiberi veren Mennan’la, şimdi bahçeye atlayan şu herif bir yolunu bulup karısı Esma’yla işi pişirmişlerdi. Onu nöbetçi bildiklerinden akşam hava kararmaya başladığında eve damlamışlardı. O Mennan denen hıyar kapının önünde nasıl da şapşallaşmıştı öyle!
Azmi, “Geldin mi ulan? Irz düşmanı!” diye olanca gücüyle bağırdı, bütün mermileri Sıtkı’nın üstüne boşalttı.
Kapının önünde bekleyen Esma’yla Mennan silah sesiyle irkildiler. Mennan ne yapacağını bilemedi.
Azmi ikinci şarjörü takmıştı, “Esma çekil kapının önünden! Öbür ırz düşmanını da geberteyim. Sonra da seninle konuşacağım…” diye böğüren Azmi kudurmuştu sanki.
Mennan tabana kuvvet zikzaklar çizerek koşmaya başladı. Azmi’nin mermileri hedefi bulamadı.
Kurşun seslerini duyanlar hemen kolluk kuvvetlerine haber verdiler.
“Astsubay Azmi adam vurdu. Tez elden yetişin” dediler.
Jandarma erleri telaşla kaçan Mennan’ı yakalayıp Azmi’nin evine getirdiler. Arka bahçedeki masanın üstüne daktiloyu koyan bir er başladı ifadeleri yazmaya.
Komşulardan Refik de gelmişti bahçeye. Mennan çardağın altına baktı, saksı hâlâ oradaydı. Sıtkı’nın cansız bedeni gazete kağıtlarıyla kapatılmıştı. Adıyamanlı yüzbaşı Refik’i yanına çağırdı, “Önce sen anlat bakayım!” dedi tok bir sesle.
“Öğleyin yemekten sonra dolaşmaya çıkmıştım. Taksi durağındaki arkadaşlarla laflarken buralı olmayan iki kişiyi evin yakınlarında gördüm. Pek tekin adamlar değillermiş gibi geldi bana.”
Jandarma komutanı Mennan’ı gösterdi, “Biri bu muydu?” diye Refik’e sordu.
“Evet, komutanım buydu.”
“Öbürü de şurada yatan olmalı.”
“Bilmiyorum, komutanım. Cenazeye baktırmadı askerler” diye yanıtladı Refik.
“Peki sonra ne yaptın?”
“Hemen taksi durağından Azmi komutanı aradım. Gördüğüm iki adamın üç gün önce İstanbul’daki cezaevinden kaçan anarşistler olabileceğini söyledim. Hani ne bileyim? Yengeye zarar verebilirler diye düşündüm.”
Yüzbaşı erlerden birine, “Şu ölünün üstündeki kâğıtları kenara al da yüzüne bir baksın” diye seslendi. Asker gazete kâğıdını kaldırdı.
“Gördüğün ikinci adam bu muydu?” diye yüzbaşı sordu Refik’e.
Refik yerde yatan Sıtkı’nın cansız bedenine korka korka yaklaştı. En fazla yirmi beş yaşında gösteren delikanlının yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Yüzünü pek seçememesine rağmen giysileri aynıydı.
Kafasını kaşıdı, biraz düşündü ve sonunda, “İkinci adam buydu, komutanım” dedi Refik.
***
Azmi eşini kaçırmaya gelen anarşistlerden birini kahramanca vurduğu için hiç ceza almadı. Mennan anayasayı tağyir, tebdil ve ilga etmek savıyla Maltepe askeri cezaevine yollandı. Duruşması üç sene sürdü ve sonunda salıverildi. Cezaevindeyken annesine yazdığı mektupların hiçbirine cevap alamadı. Bir gün nasıl olduysa annesi ziyaretine gelmişti. Havva oğluna birçok havadis verdi.
“Bilirsin Bedri’yle, Zülfikâr’ın arası kötüydü. Sen gittikten üç beş gün sonra Bedri’nin dükkânına giren hırsızlar ne var ne yoksa çalmışlar. Bedri bunu yaptıranın Zülfikâr olduğuna inandı. Kapıştılar, birbirlerine ateş ettiler, Zülfikâr yaralandı; Bedri öldü. Memleketten ayrıldım, İstanbul’a teyze kızımın evine yerleştim. Şükürler olsun seni gördüğüme” diye anlattıkları Mennan’ı şaşırtmaya yetmişti. O günkü ziyaretten sonra Mennan bir daha hiç haber alamadı annesinden.
Cezaevinden çıkar çıkmaz Azmi’yi bulmaya gitti. Kötü anıların canlandığı İstanbul yakınlarındaki o küçücük ilçedeki büyük bahçeli, kutu gibi evi bir türlü bulamadı. Evin karşısındaki taksi durağıyla, Azmi’yle beraber çay içtikleri kahvenin yerinde yeller esiyordu. Mennan yoldan geçen birinden olanı biteni öğrenmek istedi.
“Bizim buralardan imar geçti. Senin dediğin yerler hep yıkıldı. O küçük evin arsasına beşer katlı iki bina yapıldı. Şu ilerideki benzinlik de eski taksi durağı” dedi adam.
Mennan benzinlikteki lokantadan içeri girdi, masalardan birine oturdu. Yaşlıca garsondan mercimek çorbası istedi. Garson çorbayı getirince de, “Dayı sana bir şey soracaktım” dedi.
Garson Mennan’ın yanına oturdu, “Buyur sor ne soracaksan. Bu saatte pek gelen olmaz; işim yok yani. Bir de ben yabancılarla laflamasını severim. Anlattıkça da anlatırım” dedi.
Mennan çorbaya bir iki kaşık salladı, “Çok güzelmiş, yapanın eline sağlık. Sana da ısmarlayayım istersen” dedi.
Yaşlıca garson güldü, “Biz hep içiyoruz, tekkeyi bekleme hesabı… Ne soracaktın bana?”
“Bu civarı iyi bilir misin?”
“Ne demek yeğenim? Buradan bir yere ayrılmadım ki.”
“Şu az uzaktaki iki apartman yapılmadan önce, oradaki küçük evde Azmi adında bir astsubay otururdu. Karısının adı da Esma’ydı galiba. Tanır mısın Azmi’yi?”
Garson, Mennan’ı bakışlarıyla iyice süzdü, “Sen nereden tanırsın, Azmi’yi?” diye sordu.
“Annemin Maraş’tan akrabasıdır kendisi. Ben bu yakınlarda askerlik yaparken bana çok yardımcı olmuştu da…”
“Birkaç senedir görmedin Azmi’yi, yani?”
“Yok görmedim. Bir arkadaş sayesinde, tezkereden hemen sonra Libya’ya çalışmaya gitmiştim. Ziyaret etmek kısmet olmadı.”
Garson sesini alçaltarak, “Karısı önce Azmi’yi terk etti. Arkasından da boşanma davası açıp Azmi’yi evden çıkartınca, Azmi sap gibi kaldı mı ortada! Bir müddet karakolda barındı, sonra da tayinini istemiş. Nereye gittiğine dair bir fikrim yok.”
“Halbuki burada kalıp emekliliğinin tadını çıkarmak istiyordu.”
“Öyle ama son zamanlarda çok dengesiz hareketleri vardı. Bir kere Esma’yla evlenmesi hataydı. Aralarında yirmi beş sene yaş farkı vardı. İnsanın genç ve güzel karısı olunca, kıskançlık yapması bir yere kadar kabul edilir ama Azmi’ninki çok acayipti.”
“Nasıl yani?”
“Sana hangi birini anlatsam? Ama olayların en berbatı; Azmi’nin yoldan geçen, bizim buraların çocuğu olmayan iki garibandan birini vurup öldürmesiydi. O zamanki karakol komutanı yüzbaşının gayretiyle adamlar anarşist sayıldı. Diğerini tıktılar cezaevine. Tabii, işin aslı öyle değildi…”
Mennan’ı sıcak basmıştı, canı iyice sıkıldı, buna rağmen kendini topladı, “Neydi işin aslı, dayı?”
“Esma’nın kendisini aldattığına hükmetmişti. O iki garibanı da Esma’nın ayarttığına adı gibi emindi; bir tür hezeyan yani. Esma’yı ta küçüklüğünden bilirim. İffetine kimse söz söyleyemez ama Azmi’ye dinletemedik. ”
Mennan başının zonkladığını hissetti, soğuk soğuk terler dökmeye başladı; yine de hiçbir şey belli etmeden, “Peki, Esma’ya ne oldu?” diye sordu.
“İşte orası tam bir muamma. Esma’nın baba bir ana ayrı, inşaatlarda sıvacılık yapan bir abisi vardı. Bir gün Esma’yla sıvacı abisi geldiler, o eski evi yıktırtıp inşaata başladılar. Adam yevmiyeye talim eden çulsuzun tekiydi. Esma’nın durumu ise malum. Bir müteahhitle falan anlaşmadan bütün inşaatı yapsat hesabı kendileri bitirdiler. O kadar parayı nereden buldular hiç kimse bilmez. İstanbul’a taşındı Esma çok zengin oldu. Abisi de buraların sayılı müteahhitlerinden birisi şimdi.”
Mennan tek kelimeyle dağılmıştı. Yüzüne önce ateş bastı, sonra da bütün kanı çekildi sanki. Alt dudağı sarktı, benzi sarardı soldu.
Garson şaşırdı, “İyi misin aslanım? Ne oldu sana böyle?” diye büyük bir endişeyle sordu.
Mennan son bir güçle ama gözlerinden akan yaşlara engel olamayarak, “Yok bir şeyim, iyiyim ben. Biber çok acı geldi de… Bir de Azmi Astsubayıma çok üzüldüm… Sana zahmet bana buz gibi bir soğuk su getir de içeyim. Tabii hesabı da…” diyebildi.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.