“Sahibinin Sesi” Korona Yönetimi
“SON ATLI”NIN KORONA GÜNCESİ
Tahsin Şimşek
Koronayla tanışmamızın ilk günlerinde, mizaha sarılıp aşağıdaki dizeleri düşmüştüm bir şiirimin ilk bölümüne: “Okudun mu / Kolera Günleri’nde Aşk’ı / Sözün o köpüksüz dalgasını, / Peki, şimdi korona karantinasında / Bütün dalgakıranlar da kırıldıysa / Ne mi okumalı öyle / Marquez – Camus şöyle dursun / Sade ama sadece / Yeni Rakı” Şimdi, o sofradan kalkmanın, gün gün düşülen notları derleyip toparlamanın vakti.
Bir ay geride kaldı. Önce Mahşerin Dört Atlısı’nın yazarı Vicente Blasco Ibanez’i esenleyelim. İsa’yı görenimiz henüz yok, ancak öteki üçü, “kan-savaş, kıtlık, salgın hastalık” her yerde. Ülkemizin 81 ili, dünyanın 181 ülkesinde!… Bu dünya; cüzzam, veba, kolera, frengi, sıtmadan da kırıldı dönem dönem, nöbet nöbet. Ülke ülke, kıta kıta… Kimilerinin düşlerine giren Deccal’a hiç benzemediğine kuşkum yok. Mahşerin bu son atlısı korona biraz farklı; bunun ulaşmadığı yer, köşe bucak yok. Küreselleşen dünyanın küresel salgını. En büyük tokat da bu dünyanın en çok şımaranlarına. Dünyanın “en” büyük abilerine. Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya’ya… G 20’ler deyiversek olacak şuna. Sözüm sitemim, yitirilen canlara değil elbet, onlara baş olanlara.
Meğer bilimi, teknoloji tapınımına kurban etmemek gerekiyormuş. Doğayı, kimyasala ve naylona. Gökyüzünü de gökdelene, sera gazına… Yılana çıyana, domuza ayıya, kargaya yarasaya da yaşama alanı bırakmak gerekiyormuş. Herkes hakkını geri istiyor, Deniz, doldurduğumuz kıyıyı istiyor; balıklar kirlettiğimiz duru denizlerini, yarasalar o sessiz ve nemli gecelerini…
Sevgili Greta Thunberg, bir kez daha kutluyorum seni, doğanın sesini o koca koca adamlardan daha önce duyduğun, sirenleri çok önceden çaldığın, Odysseus’un gemisine yol açtığın için. Sakız kokulu Ege imbatıyla, sevgimle öpüyorum seni.
Ortada somut bir olgu var. Bu olguda, komplo teorilerine yer var mıdır; ilaç tekellerinin bu işte rolü nedir bilemem. Takke düştü kel göründü. Biyolojik savaşa akıl erdiremeyenler de gördü tehlikenin büyüklüğünü. Meğer bir salgın, o lanetli nükleer silahtan da etkiliymiş. Neredeyse coğrafyamızın o Kimyasal Ali’sine bile ne kadar masummuş dedirtecek bize. Aman, böyle saçmalamalarla bir de bellek erozyonuna uğramayalım!
Ama ortada da yaman bir çelişki var. Hem de olabildiğince ironik! Biz, maskelerin düşmesini beklerken cümle âlem, maskeli şimdi! Gel de dünyanın düştüğü bu duruma, geldiği bu noktaya şaşırma!
Maskeler düşmeden gerçeği göreceğimiz de pek görünmüyor. Yeni algılar oluşur mu, yeni bir dünya düzeni kurulur mu, şimdiden onu bilemem. Tembelliğimizi bir kez daha kutsayıp yola “her şey dahil”e mi devam ederiz; yoksa tekrar hayalleri olan bir dünyanın çocukları olmayı mı yeğleriz, onu da bilemem.
Biz olanı söyleyelim. Küreselleştikçe herkes birbirine benzemiş. Görmeyenler bugün gördü. Ne Trump’un Putin’den bir farkı var, ne Orban’ın Binyamin’den… Niye, şu sandıklar, hep aynı ustaya yaptırılır ki! Putin: “Peçenek ve Kumanlar memleketi mahvetti ama hepsini yendik; Koronavirus’ü de yeneceğiz.” diyor.
Korona, hiç renk ırk, din iman, edepli edepsiz, varsıl yoksul ayrımı yapmıyor. Ama gel de bunu Putin’e anlat! Ne dut pekmezine sarılan görebiliyor bu somut gerçeği, ne sürü bağışıklığından medet uman şu bizim hısımımız kösem. Eee, ejder meyvesinin ejder’inden tıs çıkmadığına göre, bu işi, kılıç kalkana sarılmadan, “dut pekmezi” ile halletmeye kalkmak, hiç de fena fikir sayılmazdı hani! O ön almasaydı, meydan, kelle paçacılara kalmayacak mıydı? Şimdi merak ettiğim bir şey daha var. Ne mi o? Yıllarca “aşı”ya direnenlerin, aşıda domuzluk arayanların puntları azıcık kırılmış, süngüleri düşmüş müdür acaba? Yoksa o Kahramanmaraşlı gibi, “Ölürse benim çocuğum, sana ne oluyor!” demeye devam mı etmektedirler?
Gel de şimdi o Kızılderili Reisini anımsama. Gel de şimdi bu postmodern dünyanın naylon ilişkilerini, doğadan kopuk bağnazlıklarını daha çok sorgulama. Gel de şimdi parası ya da gücü olanın, ötekinin “kit”ine, maskesine, eldivenine el koymasına derin bir yuh çekme!
Evet, Kızılderili Reisi Seattle’ın 1854 tarihli o mektubunu, “Amentü” yerine şimdi bir kez daha okunmalıyız. “… Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. O’nun bu ihtirasıdır ki toprakları çölleştirecek ve her şeyi yok edecektir. (…) Unutmayın bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır. Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır. …”
Demek ki reis varmış, bir de taka reisi varmış. Az daha unutuyordum gençliğimizin o Temel Reis’ini. Madem anımsadık, Safinaz’a da bin selam.
Seattle’ın uyarısıyla kutsanacak olanın, ölüm değil hayat olduğunu bir kez daha gördük. O halde yeni, yepyeni başarı hikâyelerine gereksinimiz var. Yeni seçimlere. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bir gün söylediklerim bilim ile çelişirse bilimi seçin.” dediğini hatırlayalım yeter. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin alnındaki o “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” tümcesi, birilerinin sandığı gibi Mürşit’in evini değil, bir yaşam gerçeğini somutlar. Ancak şu da bir gerçek, o Mustafa Kemal’li günlerden, ne yazık ki “Bir gün fetva ile bilim çelişirse fetvayı seçin.” denilen günlere geldik. Biz bu ülkede, evet anayasasında “laiklik” yazan bu ülkede, “İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz.” dendiğini duymadık mı? Hem de en yetkili ağızdan! Şimdi tam da şu soruyu sormamız gerektiği günlerdeyiz: Dinin hükümleri mi, bilimin koşulları mı?
Başarı hikâyeleri, hiçbir zaman, onu bunu memnun etmek için yazılmaz. Hele önyargılarla hiç yazılmaz. Hadi, örnekleye örnekleye, somutlaya somutlaya gidelim.
Tekalif-i Milliye (7 Ağustos 1921), on dört gün önce kaybedilen Kütahya-Eskişehir Savaş’ından (10-24 Temmuz 1921) hemen sonra, ivedi alınmış bir karardır. İstenenlerin hepsine gereksinim vardır; çünkü on altı gün sonra Sakarya Savaşı (23 Ağustos 1921) başlayacaktır. Şimdi soralım kendimize; o gün önümüzde verilmesi gereken kurtuluş savaşı var, bugün üstesinden gelinmesi gereken bir salgın. İkisi aynı şey midir? İkisini bir görmek, Kurtuluş Savaşı’nı çok basite indirgemek, sıradanlaştırmak olmaz mı? Yoksa atılan bir yazı-turayla, dünün “iki ayyaş”ının birinden beklenen medet midir? 28 Mayıs 2013’te söylenen o söz, bir “tık”la hep karşımızda değil mi? Peki, yarın tekrar dönülüp “ayyaş” denmeyeceğinin bir garantisi var mıdır? Yoksa İskilipli Atıf Hocadan söz, Diyanet’ten fetva mı alınmıştır? Ya da Ulukışla’da yapıldığı gibi tütsüden medet mi umulmaktadır? Elbette ikisi de hacı olan anamla babama ve hacı kardeşlerime saygısızlık yapmak, istemem. Ne kılınan namazla, ne yapılan duayla, ne inanan insanla bir sorunum var. Sorunum, ikiyüzlülükle. Kutsanan hurafeyle.
Evet, “Tekalif-i Milliye çağrısında bulunulurken, İstiklal Mahkemeleri kurulurken, I. Dünya Savaşı koşullardın ekmek, gaz, patiska karneye bağlanırken…” kimseyi memnun etmek düşünülmemiştir. Çünkü günün koşulları, onu gerektirmektedir. İşte günü geldi, camiler kapatıldı; gün o gün Mekke ile Medine’de karantina ilan edildi. Evet, böyle bir salgınla savaşımın da kendine özgü koşulları vardır. Bu koşulları, bilim kuruluna, oradan buradan, Diyanet’ten adam devşirmekle sağlayamazsınız. Camilerin açık kalıp kalmayacağına, cenazenin nasıl kefenlenip nasıl defnedileceğine, ancak ve ancak bilim, Bilim Kurulu karar verebilir.
Biz, 1929 dünya ekonomik krizini “devletçilik”le aştık. Korona Virüs günleri, yine Mustafa Kemal’i müjdeliyor. Küreselleşmenin foyası meydana çıktı. Naylon hayatın da… “Eğitim, sağlık, tarım” yaşamın sacayağıdır. Devlet, toplum ve birey olmanın; kimliği koruyarak ayakta kalabilmenin… Üretmeden, kimlik korunmaz; eğitimli ve sağlıklı olmadan da…
Oktay Sinanoğlu, Coşkun Özdemir, Aziz Sancar’dan dinlediğim ya da okuduğum o üretken cumhuriyet mucizesine, bugünlerde bir kez daha tanık oluyorum. Bir de tıp eğitimini, “uzun süreli ve pahalı” gerekçesiyle bizim gibi ülkelere bırakan Batı’nın rezilliğine… Özellikle de ABD’nin. Sonra da “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.” diyen Atatürk’ün haklılığının gerekçesiyle buluşuyorum. Salt ülkemizde değil, yurtdışında da ne çok seçkin hekimimizin, bilim insanımızın olduğunu hepimiz bir kez daha görüp anladık. Birkaçını bugünlerde tanıma olanağı bulduğum Bingür Sönmez, Tayfun Uzbay, Ahmet Saltık, Gaye Usluer, Necmettin Ünal, Alpay Azap, Urartu Şeker başta olmak üzere ülkemin bilim insanlarıyla kıvanç duymaktayım. Ağzıma tat geldi, yüreğime şenlik!…
Hukukçusu hariç, 10’u kadın, 25 üyeden oluşan kurulun, 22’sinin mezun oldukları tıp fakültelere şöyle bir baktım. Dökümüm şöyle: 8 Ankara, 5 Hacettepe, 2 İstanbul, 2 Anadolu, 1’er de Cerrahpaşa, Gülhane, Gazi, Uludağ, Erciyes… Cumhuriyet’in kadına verdiği değerle bir kez daha kıvanç duydum. Demek ki dağa taşa tıp fakültesi açmaya hiç de gerek yokmuş. Hele vakıf üniversitelerinde çocuklarımızın geleceğini savurmaya. Hadi, kadınlar eve demeye de… Neyin ne, kimin kim olduğu böyle zamanda belli oluyor.
Peki, eksiği yok mu bu kurulun? Var elbette. En büyük eksiklik de Türk Tabipleri Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Eczacılar Birliği’nden üye bulunmamasıdır. Bu eksiklik, bu kurulun üyelerini incitmiyor, rahatsız etmiyor mu? Eminim ki çoğunu ediyor. Kurula din psikolojisi, din sosyolojisi uzmanlarının eklenmesi de rahatsız ediyordur kuşkusuz. Hele bunların tek seçicisi Diyanet İşleri Başkanıysa!… Dualı, salalı sağaltım, bilime nasıl bit katkı sağlayacaktır? Kimse merak etmese, ben ediyorum. Bir şeyi daha merak ediyorum; “Bilim kurulları tavsiyeyle mi yetinir, “karar” mı verir?”. Sözgelimi bir doktor, apandisi patlamak üzere olan ya da beyin kanaması geçiren bir hastası için, “Ameliyathane hazırlayın durum acil!” mi der, “Anasına babasına telefon edin de ne diyorlar bir sorun.” mu der. Bunu görüp söyleyenlerin işi gerçekten zor; onların neler yaşadıklarını, neyle karşılaştıklarını Prof. Dr. Ahmet Saltık’lara sormak gerek.
Tıkladığımızda öğreniyoruz ki, bu kurul, 10 Ocak 2020’de oluşturulmuş. Umreye gidilmemesini de önermiş. Ancak dinleyen kim. Canlar gitsin, ama din iman elden gitmesin! Kabe kapatılmış, Mekke – Medine karantinaya alınmış kimin umurunda! Var mı o bildik gazetelerde ya da kanallarda bunlardan bir haber? Niye sorgulanmaz? Konya’nın, Maraş ya da Erzurum’un başına gelen nedir? Niye kimse sormaz, oraların, New York, Londra ya da Milano’yla nasıl bir geldisi gittisi vardır diye?
Ama bir yerlerden bir şeyler bekleyen çok. Evet, daha çok hastaneye ihtiyaç var. CİA tezgâhı o darbe kalkışmasından sonra, stratejik ortaklığa hiç ama hiç toz kondurulmadan, bütün askeri hastaneler kapatılmıştı. Şimdi onlara da ihtiyaç duyuluyor; özellikle hazır bekletilen yoğun bakım yatakları nedeniyle. Peki, niye kapatılmıştı o hastaneler? O hastaneler, darbe üssü olamayacağına göre başka gerekçeler olmalı. “Hacamat”a dönülüp bakılmadığı için, “disiplin” imanı sıkıyor olmalı.
Plazma, kök hücre, antikor… Uçan kuştan medet – yardım umulan, aşıya gün sayılan günlerdeyiz. Herkes, her bilim adamından bir şey bekliyor. Ergenekon’dan içeri tıktıkları Prof. Dr. Ercüment Ovalı’dan bile… Kuşkum yok, koronaya aşı bulunur bir gün. Ancak şu günlerde asıl gerekli olan, karakter aşısı. Sanıyorlar ki, o darbeyi, tekbirler, salalar önledi. Onu da önleyenler, o Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk’tan yargılananlardı. İyi ki içeriden vaktinde çıkıp da göreve dönmüşlerdi!…
O bakarkörler, bir şey daha yapmışlardı. 2011’de Hıfzısıhha’yı kapatarak sözüm ona Mustafa Kemal’in bir kurumunu daha, Refik Saydam adıyla birlikte, tarihe gömmüşlerdi. Ancak yine karşılarına çıktı işte. Çin, kendilerinden aldığımız “kit”lerden para almadı. Çünkü Çin, bu kurumun, bir zamanlar kendisine gönderdiği aşıları unutmamıştı. Değerbilirlik, vefa, Mustafa Kemal’e saygı budur işte!. Utanan oldu mu bilmem!
Bilim açıklık ister, bir de kimsenin ayağına bağ olmamasını. Yılmaz Özdil’in 9 Nisan tarihli yazısı, feleğin çemberine değilse bile birilerinin tekerine taş koyan kocaman bir soru işareti olarak orada duruyor. O yazıyı, benim buraya almama gerek yok. Bu çağda hiçbir şey gizli kalmıyor. Her şey bir “tık”ın ucunda. O bir zamanların o “gizli ..kişen aşikar doğurur.” sözü, tedavülden düşeli çok ama çok oldu. Atasözleri de değer kaybına uğruyor.
Evet, bilim, her türlü önyargıyı reddeder. Kimsenin ayağına dolaşmasını istemez. Pastaure: “Ben laboratuvara girerken, yalnız ayakkabılarımı değil, inançlarımı da kapının dışında bırakırım.” der. O laboratuvarda, ne ulemanın sözü geçer, ne başkanın, ne trolün… Anımsayalım yaşananları. Trump, ilk günlerde, “piyasaları olumsuz etkilediği” gerekçesiyle, bu konudaki her habere, kızıyor, Japonları ağzına almasa da bunu, bir “Çin işi Japon işi” olarak görüyordu. “Amerika harika durumda!” derken, bir de gördü ki o New York’un o ünlü Hürriyet Heykeli’nin tacı, bu olayın simgesi olup çıkıvermiş. Sürü bağışıklığından medet uman Boris Johnson, bir de gördü ki, kendisi, o sürünün kösemi oluvermiş. Bu durum hepimizi şaşırttı; Boris’in damarlarındaki Türk kanından şüphe duymaya başladık. Galatasaray’ın Muslera’sı da herkesin boğazında düğümlenip duranı söyleyiverdi: “Başkan, dini, korona virüsünün önüne geçirdi ve işler zorlaştı.” Elin ağzı kese değil ki büzesin.
Zorlukları elbette aşacağız. Nasıl mı? Mizahla gülümseyerek, mizahla utandırarak. Karantina günlerinde, önce kendinize bir “Karantina Adası” kurarak. O ada, Urla sahilinden seyrederken de Asansör’de Dorio Moreno’yu düşlerken de güzeldir. Şükran Yücel’in Karantina’sını okurken de…
Karantina, İtalyanca bir sözcüktür. “Kırk, kırklık, kırktan ibaret” anlamlarına gelir. Görüyoruz ki, şu bizim “kırkı çıkmak” deyimini hatırlatıyor. Kırk gün bir yerlere kapanıp kalacağımıza göre, “Dışarı çıkarsam Tahtalıköy, evde kalırsam Bakırköy” noktasına gelmeden, düşlerimizi, bir güzel iyice zenginleştirebiliriz. İtalyan güzelleriyle, “Gina Lollobrigida, Sophia Loren, Claudia Cardinale, Ayşe Nana…”yla aklımızı bozmadan elbet.
Hem sokağa çıkmadan da düşler kurulabilir, eşimizin güzelliğini bir kez daha keşfe çıkabiliriz. F. Kafka’nın o sözünü anımsayalım yeter: “Dışarıya kapanmak, esasen içeriye açılmaktır.”
Konuk odamıza geçtiğinizde, göreceğiz ki camdan çerçeveden çıkıp nefes almak isteyen üç beş kitap orada bizi beklemektedir. Zamanında, kimselerden eksik kalmamak için alıp oraya konduğumuz. Hatta onların birkaçı da imzalıdır. Ünlü kuyruklarında saatlerce beklemeyi göze alıp fotoğraf çektirerek anılara yolcu ettiğimiz. Gelin, onları vitrin süsü olmaktan kurtaralım. Hem unutmayalım ki, “Çok okuyan değil, çok gezen(ti) koronayla tanışır.” Sevgili Burak Akkul, sözüm sana, senin gibi işini yapanlara değil elbet.
Başka ne yapalım? Sanal gezilere çıkalım, ama karınca kararınca. Rehbersiz değil elbet. Rehberimiz “Güldüşün Hanım” olsun. Bol bol duvaryazısı okuyalım, pazaryeri dolaşalım. Sonra da elimize kâğıt kalem alıp karikatürler çizelim, notlar alalım. İşte benim notlarıma düşenler:
Kulakların çınlasın İlhan Şeşen, biz hiç böyle değildik, “Neler Oluyor Bize?”
İki günde kim aç kalmış ki, biz aç kalalım. Hadi kuralım şu çilingir sofrası. Ancak şu var ki, çilingir sofrası görgü ister. Bu iş, ilk haberle sokağa fırlamaya benzemez. Evet, benim sevgili karantina dostum, “Ana sütüyle adam olmayan, aslan sütüne hiç ama hiç bulaşmamalı.” Bilmeyene anlatmak zordur biliyorum. Rakı içmek, zanaattan öte bir sanattır. Peki, nasıl öğrenilir o sanat? Aydın Boysan’dan birkaç yazı, bir iki video izlenerek. Hayyam’ın ruhu şad edilerek. Özellikle Can Yücel’den “Rakı İçen Kadın” şiiri ezberlenerek. Evet, çilingir sofrasının sohbeti ahestedir, kadehi de ince belli. “Dökülen mey, kırılan şişe-i rindan” olsa da bu sofrada ayak sakınılarak basılır. Söz de usul olanı sever. “Lafını bil de ağzını sil de söyle” sözü, en çok bu sofralara yakışır.
Neden mi girdim bu konuya? Belki o “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.” dediğimiz o güzelim sohbetleri hatırlarız diye. İnsan yüzüne bakmayı, gözbebeklerimizle konuşmayı bir kez daha öğreniriz diye. Evet, “performansa dayalı iş ve ücret; trafik ve navigasyon; kafe ve AVM; twitter, facebook, whatsapp, instagram; aşkım, kanka-kanki…“ hepimizi çok ama çok yormuştu. Görüyoruz, korananın de hiç acelesi yok; o halde biz de acele etmeyelim. Zaten; “Koronayı gelin etmişler, gerdekten on dört günde çıkmış.”
Bu kadar yiyip içmek, bu kadar sohbet bize yeter. Hadi, şimdi kalkalım da boşaltalım şu sofranın üstünü! Evimizin salonunu yürüyüş pisti yapalım. Hadi yürüyelim! Biraz daha hızlı yürüyelim!… Karantina bittiğinde, evimizin kapısından çıkabilecek halimiz olsun. Dışardaki salıncağın ipini koparmayalım!…
Hayat, eteklerini savurta savurta sallanmaya devam ediyor, hiç kuşkusuz devam edecek.
Yorum Kapalı.