Öykü
Fatigül Balcı
SON BAHAR
“Olmaz baba, yapamazsın burada” dedi, kızımla oğlum. “Kesinlikle izin veremeyiz buna.” İzin vermeyeceklermiş… Kötü kötü bakıyorlar etrafa. Ne güzel evim dururken, bu kırlık yerde, tepenin başındaki eski evde ne diye oturacakmışım? Nerden çıkarmışım, durup dururken, herkes bu yaşta daha korunaklı, konforlu yer arar, ben de tersini yapıyormuşum. Burayı ne ara aldığımı, onarttığımı merak ediyorlar, yakındaki billur çeşmenin suyunu bağlattığımı da. Bayramdan bayrama uğrarsanız, ne yaptığımı nerden bileceksiniz?
“İstediğin zaman şehre inemezsin, araban olsa bile, yolun yok! İstediğin zaman, ha deyince biz gelemeyiz, işimiz gücümüz var, çocuklarımıza vakit ayıramıyoruz” dedi oğlum. Kızım devam etti:
“Canım babacığım, tek başına yapamazsın sen, ne yiyip içeceksin, yemek yapmayı bilmezsin. Evinde ne güzel, haftada kadın geliyor, temizliyor, toparlıyor, iki kap yemeğini yapıyor. Çıkıp gezip tozuyorsum gönlünce, burada nasıl olacak hiç düşündün mü?”
Lafa bak, siz hem kendinizi hem beni düşünüyorsunuz da, ben yalnızca kendimi düşünemiyor muyum? Akli melekem yerinde, sağlığım sıhhatim de; karışmayın da kendi başıma hareket edeyim be evladım! Üç beş yıl sonra da yatılı bir yardımcı tutarlarmış da, her şeyimi düşünüyorlarmış da; (üç beş yıla elden ayaktan düşeceğime karar bile vermişler) zira dengeler değişince, görevler de, yetkiler de değişiyormuş. Onlar çocukken nasıl ki ben karar veriyormuşum, şimdi de karara uyması gereken benmişim. Siz öyle sanın.
Rutini kırmak bile dünyanın malı, sabah kalkınca başka bir dünyada, başka bir hayata sahip olduğunu düşünüyor insan. Başka biri olunca da başka yeni bir tat ve başka türlü akıyor hayat. “Durgun Akan Don*” gibi, durgun ve coşkulu, durgun ve hızlı, derinden. Daha birinci cilt…
Bir süre daha direnecek, ısrar edecek benimkiler, endişelenecekler de, bakacaklar ki babaları hayatından memnun. Mutluluktan delikanlı… Ne duygularla, ne heyecanla aldım ben bu kaleyi. Güzelim dik vadinin tepesindeki kalemde gizli bir kahraman gibi yaşayacağım, kendi hayatımın kahramanı. Kimsenin keyfine göre değil, aklıma estiği gibi, sefasını süreceğim hayatın. Çalıştık didindik, dünyalığımızı hazırladık, artık öteki dünyaya çalışmalı, bakarsın yaptığından değil, yapmadığından da sorguya çekerler adamı, neme lazım.
Tamam, öyle sıra dışı, şaşırtıcı özellikleri olan biri değilim, dolayısıyla da benden beklemedikleri bir hareket; ama yaşamayı seven, hayatın kıymetini bilen biriyim, ne yaptığını da. Geç kaldım aslında, üç beş yıl önce yapmak vardı bunu, üç beş yıl önceden özgürlüğümü ilan etmek. Şimdi garantörlerim istemiyor, onların yüzü asılır diye vazgeçecek değilim. Kimseden çekindiğim de yok, kimseyi umursadığım da, ben kalan üç beş günü değerlendirmeye bakarım.
Bir gün hikayeme mutlu son yazacağımı biliyordum. Gezip dolanırken, böyle bir ev görmüştüm, kartal yuvası, tek kişilik kale, içinde kuş gibi hür… Her gün bir tuğla koydum, derken inşa ettim, ta ki arayıp burayı bulana kadar. İnsan, genlerinde kayıtlı olan primitif duygulara sahiptir, korkuları, saldırganlığı, öldürmesi gibi, ıssızlık da bunlardan biri olmalı; binlerce yaştaki insan bugünün aklıyla yaşamıyor ki salt, bugünün değerleriyle…
Ah sevgili yavrularım, bilmiyorlar ki, nasıl bir mutluluk içindeyim! Kervansaray gibi, acayip bir ev, yaşam koşullarım için uygun değilmiş, hele de yaşım için. Doğru, yaşamakta olduğum hayata pek uygun değildi, ama yaşayacak olduğum hayata uygun olmadığını ne biliyorsunuz?
İnsanın zaman zaman böyle iliklerine dek mutlu olması güzeldi, aradığını bulması; zaten her zaman mümkün olan bir şey değildi. Hele de azla yetinirken, birden bir mutluluk deryasına düşmek, hayatta bir, bilemedin iki kez ancak karşılaşacağın bir şanstı. Oh be! Bu defa deryada boğulayım da, bir anda çölde bulmayım kendimi, yıllar yıllar evvelki gibi… Ah Nadide, sevdiğim, zeytin gözlü, su yüzlüm, nerede, ne haldesin, bilmiyorum, hiç bilemedim bunu? Dünyada mısın, bulutlarda mı?
*
Yıl bin dokuz yüz bilmem kaç, mevsimlerden yeniyetmelik. Bizim dükkânın önünden bir güzel kız gelip geçmekte ara sıra… Geçeceği zaman hissederdim Allah tarafından, elimdeki işi bırakır, kapıya koşardım ki ya çarşıya aşağı gitmekte ya da çarşıdan dönmekte. Babam kapıdaysa, başını kaldırmazdı, yoksa bir gülücük vermeden geçmezdi.
Bir gün takip ettim, evini öğrendim. Bekledim kapısında, tanıştık, konuştuk derken, öyle bir tutulduk ki, ölümüne… Gizli gizli buluşurduk, ah, o nasıl bir mutluluktu! Arada fırsatını bulup kasabanın yaslandığı Gündoğdu tepesine çıkardık el ele, pek severdik orayı; sanki üç yüz, beş yüz metrelik tepeye değil de arşıalaya çıkıyor, terk ediyorduk dünyayı. Hayal kurardık orada, bulutlar yorganımız olurdu, uzanır çekerdik üstümüze, sıcacık sarılır yatardık… Bir evimiz olurdu zirvede, ikimizden başka kimse yok, her saniyemiz beraber… Sonra çocuklarımız olurdu, okula götürüp getirirdik, büyüyünce de kendileri inip çıkardı kuşlar gibi.
Beş altı gün hiç görmedim sevdiğimi, beş altı ay gibi geldi! Gidip sokağında dolanıyor, evinin önünde bekliyorum, ne kapıya çıktığı vardı, ne pencereye. Bir yere gitmiş olmalıydı, iyi de neden haber etmemişti? Her gün evinin önüne gittiğim halde kimseye soramıyor, bir haber alamıyordum. Dönüp geleceğini, kavuşacağımızı hayal ederek bir aydan fazla geçti.
O gün yine canım sıkkın, aklım onda, gözüm sokakta çalışıyorum güya… Yakın bir arkadaşım kan ter içinde geldi, dükkândan çıkardı beni; “Sadık, lan duydun mu, oğlum, Nadide’nin düğünü yapılıyor” dedi! İstemsizce ittim duvara yasladım, nerdeyse dalacağım çocuğa, ne demekti lan bu? Ne demek Nadide’nin düğünü, ne demek! Koştuk gittik, ben önde, o arkada…
Bahçede düğün dernek kurulmuş. Kalabalığın arasından baktım ki, doğru! Kaynar sular bir kez daha döküldü başımdan aşağı! Derin nefesler alıyorum, ateş saçan gözlerimden ne yapmak istediğimi kestiremeyen arkadaşım, ağzımı kapattı, zorla çıkardı kalabalığın arasından, “dur oğlum, bizi döverler, öldürürler” dedi. Dövsünler, öldürsünler!
Oradan uzaklaştırmak için bir hayli uğraştı arkadaşım. Epeyce yürüdük, okulun bahçe duvarına oturttu, sigara yaktı verdi. Yanındaki o yaşlı adama mı vermişlerdi Nadide’mi? “Otur, geliyorum” dedi arkadaşım. Pelte gibi kaldım orada, davul zurna sesi evleri, sokakları geçip geliyor, içimi yırtıyordu! O tepede uzanmış yatarken, resimler, şekiller çıkardığımız pamuk yığını bulutlardan düşüveren bir parçaydı sanki, bembeyaz bir hayaldi. Masanın başında bir adamla oturan, bulut beyazım, Nadide’mdi benim…
Geldi arkadaşım, “Yanındaki o adam, damadın amcasıymış, düğünü yapıp Almanya’ya götüreceklermiş” dedi. Mutlu mu görünüyordu? Yakından bakamamış… Tanrım bu nasıl bir çaresizlikti? Nasıl yaşayacaktım ben onsuz! Arkadaşım, sürüye sürüye götürdü beni oradan.
Günlerce deli divane gezdim! Öfkeden, sevdadan çıldırıyorum… Bir gün bizim işçi, elinde bir şey okuyor, bana bakıp bakıp sırıtıyor, huylandım. Oldum olası pek sevmezdik birbirimizi. Az sonra, müşterinin aldığı malzemeyi kamyonete yüklüyordu, asılı ceketinin cebinden okuduğu kâğıdı aldım ki ne göreyim, Nadide’nin bana yazdığı mektup! Kız benden kendisini kaçırmamı istiyor, yalvarıyor, gün, saat veriyor… Kaptığım kürekle fırladım dışarı, o itin tepesinden aşağı giydirdim, yıktım yere, bir daha, bir daha, al kanlar içinde bıraktım! On kişi zapt edemiyor, bırakın öldüreceğim şerefsizi, diye uluyorum; bıraksalar gerçekten öldürecektim!
O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı… Babama, o iblis dükkâna adım atarsa, öldüreceğimi söyledim. “Deli deli olma oğlum, o benim elim ayağım” dedi. Zaten kolunu da kırmış, perişan etmişim adamı, sağ olsun, şikayetçi olmamış, yoksa mahpuslarda çürürmüşüm. İyileşince gelecekmiş muhakkak. O halde ben adım atmam buraya, dedim, bir hayli tartıştık babamla.
Gittim biletimi aldım. Annem, “ben arkandayım, yavrum, merak etme, para yollarım sana. Gider okursun, ‘Her şerde bir hayır vardır’ üzülme” dedi inançla. Ehvenişerdi sadece…
*
Benimkiler akıl erdiremiyor yaptığıma, söz de dinletemiyorlar huysuz ihtiyara, estağfurullah ihtiyar değilmişim de, bir psikoloğa gitse miymişiz acaba? Olur, gideriz, dedim, taşınma işimi tamamlayım da önce. Isrardan vazgeçmiyorlar: Bu yaştan sonra ne akla hizmetmiş, inzivaya çekilir gibi? Eğer macera çektiyse gönlüm, seyahate çıkmalı, dünyayı gezmeliymişim. Hele de kışın nasıl ısınacakmışım sobayla, zatürre olurmuşum. Onu da kışın düşünürüz, olmadı şehre dönerim, iltica etmedim ya, kaç kez konuştuk, tartıştık bunu yahu! Yo, asla olmazmış, tek başına kalınmazmış bu ücrada, gece vakti hastalansam, ambulans bile gelemezmiş. Az bir mesafe vardı yola, orayı da kendim asfalt yaptıracaktım, sorun bu muydu? Ara sıra gelmek zorunda kalacaklardı ya, ona da üşeniyorlar. Keşke inadınızı, korumacılığınızı benden almasaydınız be evladım, anlayabilseydiniz babacığınızı! Merak etmeyin, yalnız olmayacağım, dedim sonunda. “Bir yardımcı mı bulmuştum yoksa?” Yok, evlenecektim.
“Ne?”
“Kiminle?”
“Tanımazsınız.”
“Nasıl ya…”
“Yaa, madem dengeler değişti, siz yetişkin, ben ergen şimdi de.”
“Sen çılgınlık yapmazdın, baba?”
“Sizin yüzünüzden hep. Çılgınlık yapsaydım, sizi nasıl yetiştirip bu duruma getirecektim? Hadi bakalım, iş güç, kariyer sahibisiniz, artık ben de yaparım çılgınlığımı.”
“Sen ciddi misin, baba?”
Tabii ki ciddiyim. İşte bu kadar… Diyecek söz bulamadılar. Demek ki neymiş, ben de düşünebiliyormuşum kendi iyiliğimi.
Yetmişinde aşk başkadır, yani beş kala. Kıyaslamak gibi olmasın, yaklaşık elli yıl önceki kadar olmasa da, bu da başka türlü güzeldi, daha kıymetliydi sanki… O zaman epey bir üzüldüm, yandıysam da, fakültede sıra arkadaşıma kolayca âşık olabildim yeniden. Şimdi öyle mi? Sadece bir mucizeydi aşk. Hay sen çok yaşa, Gülşen; bu koca adamı kendine aşık edip elinden de tuttun ya.
Tepede ev, bulutlara yakın, Gülşen’le ben.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.