Bahattin Gemici
ŞU BİZİM ELEMANLAR
Yirmi yıl önce Kaz Dağları’nın yamacındaki Altınoluk köyüne çıkmış, koca çınarın altında eşimle birlikte gözleme yemiş, ayran içmiştik. Rüzgâr püfür püfür esiyordu. Edremit körfezi, masmavi deniz, ünlü bir ressamın paha biçilmez bir tablosu gibi karşımızda duruyordu. Yöre, zeytin ve çam ağaçlarıyla kaplıydı. Bol oksijenli havası insanı zinde tutuyordu. Diğer yıllar başka tatil yörelerine de gitmiştik ama Altınoluk bizi çoktan kendine bağlamıştı.
Yıllardır tatilimizi burada geçiriyor, otel ya da pansiyonlarda konaklıyorduk. Eşimle birlikte burada, ileride emeklilik günlerimizi geçirmek üzere bir daire almaya karar verdik. Cebimizde hiç para olmadığı halde deniz manzaralı bir daire aramaya başladık. Baktığımız dairelerin ya konumu hoşumuza gitmiyordu, ya da fiyatı çok yüksekti. Bu arama faslı on yıl sürdü; insan ev alırken ve evlenirken acele etmemeliydi.
Baldızım Sevil Hanım, “Siz Altınoluk’u boş verin; orası doldu taştı, eski tadı kalmadı. Bizim buraya gelin, Küçükkuyu daha sessiz ve sakin. Buradan ev alırsanız size güzel bir avize hediye edeceğim,” deyince gülüştük. Avizemiz hazırdı; bir nal bulmuştuk, şimdi iş üç nalla bir ata kalmıştı.
Geçen yaz tatilimizin son günüydü. Küçükkuyu’da baktığımız dairelerin hiçbiri gönlümüze yatmamıştı. Baldızım, “İleride, sahil kenarında yeni daireler var, bir de oraya bakalım,” deyince birlikte yola çıktık. Üç katlı, yeni bir binanın önünde durduk. Evin konumu çok güzeldi. Penceredeki ilanda belirtilen numaraya telefon ettik. Bir süre sonra bir eleman geldi ve bize boş daireleri gösterdi. Zemin kattaki daire çok hoşumuza gitti; iki oda bir salon, odalar geniş. İki balkonu var, önü bahçe, otuz adım ötesi deniz, dalgaların sesi duyuluyor. Çarşı burnumuzun dibinde; gazetecisi, balıkçısı, kasabı, fırıncısı, eczanesi. Daire tam aradığımız gibiydi ancak çok pahalıydı. Bu kadar parayı nasıl ödeyecektik? Eşim borçtan çok korkar, bense, “Borç yiğidin kamçısıdır,” derim. Sonunda kararımızı verdik. Ev sahibi Fernur Hanımla sözleşme yaptık; borcumuzu altı ay içinde ödeyecektik. Fernur Hanım tam bir eğitim gönüllüsüydü ve şimdiye kadar çevre ilçelerde dokuz okul yaptırmıştı; bizden alacağı parayı da eğitime harcayacak olması bizi mutlu etmişti.
Allah ev alana yardım edermiş; Ankara’nın o şirin kasabasında bulunan dükkânımıza bir müşteri çıkınca borcumuzun dörtte birini karşılamış olduk. Kalan bölümünü ise Almanya’daki bir bankadan kredi çekerek tamamladık. Sonbahar tatilinde Türkiye’ye giderek ödemeyi yaptım; tapuyu ve anahtarları teslim aldım. Nihayet hayallerimiz gerçek olmuştu.
Bu yaz ilk kez kendi evimizde kalacağımız için çok heyecanlıydık. Almanya’dan uçakla Türkiye’ye geldik. Birkaç gün baldızımda konuk olduk. Kaynım ve eşi bir üst katta kalıyorlar. Hep birlikte mobilyacıları dolaştık; yatak ve koltuk takımlarını, dolapları, beyaz eşyaları aldık; eve yerleştirdik.
Baldızım evinden getirdiği büyük bir kutuyu masanın üstüne koydu. “Size sözünü verdiğim hediye işte bu. Evinize çok yakışacak!” dedi. Kutuyu açtık; bu ağır avize golf topu büyüklüğünde kıvrım kıvrım dönen otuz altı cam küreden oluşuyordu. Diğer küçük küreler ise dikine sarkıyordu. Bu hediyeye tav olarak bir ev almıştık. Avizeyi taktıktan sonra uzun süre gözümüzü ondan ayıramadık; salonumuza daha bir güzellik katmıştı. “Senin avizen yüzünden bu kadar borca girdik,” diye baldızıma takılmaya başladım.
O akşam balkonumuza oturduk. Çayımızı yudumluyoruz. Tepemizde bir dolunay. Önümüzde Ege’nin mavi suları… Karşımızda Ören, Sarımsaklı ve Ayvalık, sağ tarafta Midilli Adası. Bir tarafın Asya, diğer tarafın Avrupa kıtası. Süzülerek denize dalan martıların bitmek bilmeyen ciyaklamaları… Kıyıya vuran dalgaların tatlı hışırtısı…
Dairemiz yeniydi ama eksikleri vardı; kapılar iyi kapanmıyordu, mutfak dolabının kapağı eşimin başına düşmüştü. Banyolara aksesuar, odalara lambalar takacak, girişe portmanto yaptıracaktık. Çevrede hırsızlık olaylarının artması bizi endişelendiriyordu. Zemin katta oturduğumuz için evin balkonlarını, pencerelerini emniyete almalıydık. Arka balkona pimopen pencere, ön balkona ise sürgülü pencere taktıracaktık. Tatilimiz bu işleri yaptırmakla, ustaların peşinden koşmakla geçti. Bazı elemanlar insanı günlerce, haftalarca oyalıyorlar, bunun yanısıra yüksek ücret talep ediyorlardı.
Sıra oğlumun kaldığı odanın penceresine demir kafes yaptırmaya geldi. Bunu yaptıktan sonra derin bir oh çekecektik. Hemen yakındaki demirciler çarşısına gittim. İlk sıradaki dükkânın kapısından içeri girdim. Sevimli bir Kangal köpeği kuyruk sallayarak beni karşıladı. Başını okşayınca üstüme atlamaya çalıştı. Tam o sırada demirci Ömer Usta geldi ve köpeğin tasmasını tuttu, onu içeriye götürdü. Ömer Usta sakallı, kırk yaşlarında, güçlü kuvvetli biriydi. Kendisiyle geçen sonbaharda görüşmüştüm; o beni anımsamayınca sesimi çıkarmadım. İlk geldiğimde bu iş için benden beş yüz Lira istemişti. Beni oraya götüren bir eleman ‘Almancı’ olduğumu onun kulağına fısıldamış olmalıydı. Belli ki o da kendi avantasını alacaktı.
Birlikte eve gittik. Ömer Usta pencerenin ölçüsünü aldı. Bana üç yüz otuz Lira hesap çıkardı, pazarlık yapmadan kabul ettim. Usta işini dört gün içinde bitirecek ve pazartesi günü saat on birde bize gelecekti.
Pazartesi günü erkenden kalktım. Eşimle balkonda denizin dalgalarını seyrederek kahvaltımızı yaptık, çayımızı yudumladık. Keyfimiz yerindeydi.
Saat on bir oldu, on iki oldu Ömer Usta hâlâ ortalıkta yok. Telefon ettim.
“Abi, sizin demirlerin siparişini verdim. Gelince hemen başlarım,” dedi.
İşimin acele olduğunu, hafta sonu bayram ziyareti yapmak üzere Tekirdağ’a gideceğimi söyledim.
“Korkma abi, o güne yetiştiririz.”
Ustaların peşini bırakmaya gelmezdi. Salı günü tekrar aradım.
-Abi, malzemeler Balıkesir’den henüz gelmedi. gelir gelmez ilk önce sizin işinizi yapacağım, dedi.
Yutkundum. Ne diyebilirdim ki?
Çarşamba günü Ömer Ustayı aradığımda malzemelerin geldiğini öğrendim.
“Aman Usta, astarını iyi at, dedim. Komşumuzun kafesi paslanmaya yüz tutmuş. Takılı demirleri boyamak zor olur, ona göre…”
-Sen hiç merak etme abi, gerekeni yaparız.
Perşembe günü Ömer Ustayı sıkıştırdım. Yakında bayramı geçirmek üzere yola çıkacağımı ona anımsattım.
-Merak etme abi, cuma günü öğleyin demirlerin takılmış olur.
Cuma oldu, bekle Allah bekle. Evde klima yoktu, sıcaktan iyice bunaldık. Kumsal yüz metre ileride; oğlum yüzmeye gitti ama biz evi terk edemiyoruz. Saatlerce bekledik ama ne gelen var ne giden. Akşama doğru Ömer Ustaya ulaşabildim.
-Bekledim de gelmedin, dedim.
-Abi, Balıkesir’de mahkemem vardı; alacak verecek davası. Kusura bakmayın, sizin işi aksattım. Ama cumartesi günü demiri takarız. Bu gün astarını atarım, ardından boyasını. Saat on üçe doğru size gelirim.
Otobüsümüz cumartesi günü saat on ikide hareket edecekti. Gitmeden önce üst kattaki komşum Turgay Beye,
-Demirci saat birde gelecek. Aman komşum, işin başında duruver. Ne olur, ne olmaz. Ayrıca pencereden bir kablo uzatıver de elektriği senden alsın. Borcumuz neyse veririm, dedim.
Turgay Bey ve eşi yardımsever insanlardır, hatırımı kırmadılar:
-Elektriğin ne önemi var? Biz işinizi takip ederiz. Gözünüz arkada kalmasın, dediler.
Cumartesi günü Truva Turizm’e ait bir otobüsle yola çıktık. Zeytin ve çam ağaçlarıyla kaplı dağları, tepeleri kıvrım kıvrım giden yolları yokuşları geride bıraktıktan sonra Çanakkale’ye vardık. Bir süre bekledikten sonra bir feribota bindik. Karşı tepede “Çanakkale geçilmez!” yazıyordu. Boğazda martıların eşliğinde keyifli bir yolculuk yaparak Eceabat’a vardık. Bu topraklarda on binlerce şehidimiz yatıyordu. Bağımsızlık için, bu vatan için can vermişlerdi. Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşımızın önsözüydü. Turgut Özakman’ın yazdığı Çanakkale-Diriliş kitabında okuduğum sahneler gözümün önünde canlanmaya başladı. Onlar görevlerini yapmışlardı. Ya biz?.. İçim sızladı. Vatanı yeniden kurtarmak için bir Çanakkale askeri gibi özveride bulunmanın şart olduğunu düşündüm.
Akşamüzeri Tekirdağ’da kayınpederimin evine vardık. Kendisi ağır hasta; yataktan kalkamıyor, iyice zayıflamış; bizi tanımıyor. Kayınvalidem kendisine bakmakta zorlanıyor. Kendileri bir yıl önce Almanya’dan kesin dönüş yaptılar. Türkiye’deki sağlık hizmetlerinden pek memnun değiller.
İftar yemeğinden sonra ilk işim Demirci Ömer’i aramak oldu.
-Abi, maalesef sizin iş olmadı, dedi. Kusura bakmayın. Bugün çalışırken gözüme demir çapağı kaçtı. Hastaneye gittim, bir gözüm sargıda. İnşallah yarın sabah takacağım.”
Canım çok sıkılmıştı. Söylediğine pek inanmış olmamakla birlikte:
-Geçmiş olsun, göz çok önemli. Aman dikkat et. Ben üç gün sonra geri döneceğim. Gelince paranı öderim, dedim.
Bizimkilere dönerek;
-Herif, halen demir kafesi takmamış. Alçak!.. Şerefsiz!.. Her gün bir bahane uyduruyor. Bu gidişle eve hırsız girecek; hele pasaportları çaldırırsak yandık. Yalancı!.. Ne bu yahu!… On gün oldu. Yapamayacaksan bunu baştan söyle. İnsanı ne diye oyalayıp duruyorsun be adam!.. Yok mahkemem vardı, yok gözüme demir çapağı kaçtı.
Kayınvalidem söze karıştı:
-Gözüne çapak kaçmamıştır. Kesin başka iş almıştır.
Bacanağım Vedat;
-Bence parasını alamayacağından korkuyor.
Oğlum söze girdi:
Baba, Almanya’da olsa böyle olmaz. Herkes söz verdiği tarihte işini yapar. Burası öyle mi? Türkiye bunun için kalkınmıyor.
Eşim:
-Bu demircide hayır yok. Sen en iyisi mi git, başka biriyle anlaş, diye akıl verdi.
-Olmaz, dedim. Başkasına gitsem o iyi mi çıkacak? O da bizi en az on gün oyalar. Yüzdük yüzdük, sonuna geldik. Ömer Usta bu demiri yarın mutlaka takacak.
Baldızım söze girdi:
-Buradaki elemanlar hep böyle. Ben mutfağı yaptırırken neler çektim bir anlatsam… Bir de işlerini düzgün yapsalar, neyse… Hele iş yapmadan parasını verirsen yandın gitti..
-Tüh!.. dedim. Bizim para gitti o zaman!..
Karım sert bir ifadeyle yüzüme baktı:
-Yoksa parasını verdin mi? Gene mi aldandın yoksa?
-Bende hiç o göz var mı? dedim.
Evin içinde dolanıp duruyor, sigara üstüne sigara yakıyordum. Türkiye’de iş yaptırmak çok zordu, insan parasıyla rezil oluyordu. Tatilimiz burnumuzdan gelmişti. Ağzıma geleni sayıp döküyordum:
-Yalancılar!.. Alçaklar!..
Evdekiler de demedik laf bırakmadılar.
Cep telefonum çalınca herkes sustu. Arayan Ömer Ustaydı.
-Abi, bu şartlarda sizinle çalışamayacağım. Tamam, demir kafes hazır ama takmaktan vazgeçtim. Kusura bakmayın.
-Anlamadım, dedim. Az önce kafesi yarın takacağını söylemiştin.
Sözüme yanıt bile vermedi, çat diye telefonu kapattı.
Allah Allah!.. Bu adama n’olmuştu böyle?… On dakika önce yaparız diyen adam, “Bu şartlarda sizinle çalışamam,” diyordu.
-Yoksa, yoksa… dedim. Telefonumu…
Oğlum yüzüme baktı.
-Baba, sen bu yeni telefonu iyi kullanamıyorsun. Yoksa kırmızı düğmeye basmadın mı?
-Yok artık, ben bir telefon bile kapatmayı bilmiyorum… Daha neler!..
On dakika sonra telefonum yine çaldı. Ömer Usta’ daha söze girmeden:
-Usta, para konusunda hiç tasa etme. Komşuma söylerim o öder, ya da gelince ben öderim, dedim.
-Yok abi… İş parasında değil. Ne zaman istersen ver.
-Peki, sorun ne o zaman?
Bir süre sustuktan sonra,
-Abi, siz bana ‘Alçak! Şerefsiz!’ dediniz. Ağzınıza geleni söylediniz… Olmaz ki bu!..
Başımdan kaynar sular döküldü. Bu yeni aldığım dokunmatik telefon yok mu?… Demek ki ben telefonun kırmızı düğmesine iyice basmamıştım. Usta da bütün konuşmalarımızı dinlemişti.
Ne diyeceğimi şaşırdım. İçimden, “Kabahat bende değil sende. Ne vardı telekulak çetesi gibi evdeki konuşmalarımı dinleyecek? Haydi ben telefonu kapatmayı unuttum, sen ne diye kapatmıyorsun be adam?” diye bağırmak geldi.
Sonra kendimi toparladım. Adama karşı ayıp olmuştu. Ona ne kadar kızmış olsam da bu sözleri yüzüne karşı söyleyemezdim. Alttan almaya karar verdim.
-Ömer Usta, ben size tavsiye üzerine geldim. Siz, ‘dört gün sonra demiri takarım’ diye söz verdiniz ama on gün oldu. Bizim vaktimiz sınırlı. Burada ustalara iş yaptırmak çok zor; insanın burnundan getiriyorlar. Biz sadece size değil, marangoza, pencere ustasına, elektrikçiye de çok kızgınız. Kabak sizin başınıza patladı…
Bu sözlerim onu yatıştırmaya yetti. Zaten yatışmak zorundaydı, yoksa malzeme elinde kalacaktı.
-Tamam abi… Oldu… Söz… Yarın saat onda penceren bitmiş olacak.
-İnşallah Ömer Usta, inşallah!..
Evdekiler bu işten umutlarını iyice kesmişlerdi:
-Sakın inanma… Yarın da takmayacak. Bak göreceksin.
Bütün gece takacak, takmayacak tartışması yaptık. Ertesi gün saat onda telefonum çaldı.
-Abi, üst kattaki komşuna bir zahmet telefon ediver, bana kabloyu uzatıversin, dedi.
Derin bir “oh!” çektim.
Evdekiler, “Ettiğin küfürler etkisini gösterdi,” diyerek gülmeye başladılar. Ne olur, ne olmaz diyerek cep telefonumun kırmızı düğmesine yeniden bastım.
Temmuz 2014
Küçükkuyu
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.