A.Tarık Emre
Sudan Ucuz
Devlet memuru İbrahim’in yıllar sonra büyük bir şehre tayini çıkmıştı. Hayatında ilk defa büyük bir şehirde yaşayacaktı. Görev yaptığı yerler çoğunlukla küçük il veya ilçelerdi. Memuriyete başladığı yıl yuva kurmuş ama evli kalmayı becerememişti. Yıllar önce anne ve babasını art arda kaybettiğinden yalnız başına yaşamaya alışmıştı.
Büyük şehrin merkezindeki tapu dairesinde çalışan uzak akrabası Mehmet, bu kente yerleşmesine yardımcı olacaktı. Mehmet gönderdiği iletide kirası altı yüz liraya bir apartman dairesi bulduğunu yazmıştı. Üstelik iş yerine de pek uzak değildi; sıkı bir yürüyüşle yarım saatte varırdı. Olmadı binerdi dolmuşa, iki liraya şehrin göbeğine kadar giderdi. Belediye otobüsü yarım saatte bir, tıklım tıklım gelirdi durağa. Çalışacağı daireye yakın mahallelerde kiralar bin liradan aşağı değildi.
“Altı yüz lira, ha! Bir de her ay elli lira aidat parası varmış. Keşke şu atanma işim olmasaydı” dedi içinden İbrahim.
Bir eylül sabahı büyük şehre ulaştı. Akşama doğru da nakliyeci Bahtiyar eşyalarla gelecekti. Bavulu da ondaydı. Elini kolunu sallaya sallaya indi otobüsten. Terminalde kahvaltı niyetine bir çorba içti, arkasından hesabı istedi.
“Altı lira, sayın abicim” dedi garson.
“Lan şu tatsız tuzsuz çorbaya istedikleri paraya bak! Pideci Hasret Usta bir kaşarlı ile çorbaya aynı hesabı yazar; ekmek, su ve salataya da para almazdı” diye düşüncelere daldı İbrahim.
Bir beşlikle bir lirayı koydu masanın üstüne. Garson bir türlü yanından ayrılmayınca da, cebinden bir lira daha çıkarıp garsona, “Bu da senin” dedi ve hızlı adımlarla çıktı lokantadan.
Şehrin merkezine giden dolmuşlardan birine bindi, son durakta indi. Pırıl pırıl güneşli bir gündü. Biraz dolaştı, gazete aldı, parkta oturdu, büyük şehrin insanlarını izledi. Herkesin acelesi vardı sanki. Asık çehreleriyle oradan oraya koşuşturuyorlardı. İnsanlar yürümeyle gülümsemeyi hiç bilmiyorlardı galiba bu büyük şehirde.
Böylece öğleni etmişti. Parkın içindeki büfede, Ayvalık Tostu yazıyordu. Son görev yaptığı küçük ilçe oraya yakındı; birkaç kez Ayvalık’a gezmeye gittiği günleri anımsadı.
Karnının acıktığını hissetti; o lezzetsiz çorba tok tutmamıştı. Kaşarlı tostla ayran yeterdi şimdilik.
“Sizin fiyatlar da az değil hani…” dedi büfeciye.
“Burası şehrin tam merkezinde. Sen bu büfenin kirası kaç lira biliyor musun?” diye konuştu büfeci tostla ayranı verirken.
İbrahim büfecinin sinirlendiğini anladı, “Bakma sen benim dediğime. Söylemedim farz et” dedi. Üstelemeye gerek yoktu.
Tost ve ayranı bitiren İbrahim, güllere ilaç sıkan park çalışanına tapu dairesine nasıl gideceğini sordu.
“Hemşerim, çok zararlıdır o sıktığın ilaç…” lafını da araya sıkıştırdı.
***
Mehmet’i buldu, evin anahtarlarını aldı. Akrabası gideceği yolu tarif etti.
“Kadife Sokak, 14 numara, Lale Apartmanı. Ev sahibi Rauf karşıdaki Kader Apartmanı’nda oturuyor. Onun daire numarası da üç. Evde yoksa, yokuşun başındaki hırdavatçı dükkânına gidersin. Bazen oğluna yardım eder. Dükkânda değilse hiç dert değil; oğlu bilir nerede olduğunu” diye sözünü bitirdi Mehmet.
Mehmet’in yanından ayrılır ayrılmaz, nakliyeci Bahtiyar’ı arayıp adresi bildirdi.
Rauf altmış yaşlarında, orta boylu, uyanık bakışlı biriydi. İbrahim’e meraklı gözlerle baktı, genzini temizledi, “İki yüz lira depozito parası vereceğini söylemiş miydi sana Mehmet?” diye sordu.
“Söylemedi.”
“Depozito önemli. Cam çerçeve kırılır. Sonra sen çeker gidersin. Zarar ederim sonra.”
“Haklısın, Rauf Bey.”
“Bir de ne diyecem bak. Kira altı yüz lira ya; beş yüz ve üstü için bankaya gitmen gerekecek. İyisi mi sen parayı bana elden ver, ben de sana dört yüz liralık makbuz keseyim. Oldu mu?”
“Oldu, ne diyeyim ki? Son görev yerimde kiram iki yüz liraydı. Arka bahçede istediğim sebzeyi yetiştiriyordum. Üst kattaki ev sahibine oturmaya gittiğimde balkondan denizi görüyordum.”
“Burası büyük şehir, İbrahim Bey kardeşim.”
En azından üç sene oturacağı daireye girdi. Büyükçe bir yatak odası, aynı büyüklükte bir oturma odası, mutfak ve tuvalet. Balkon falan yoktu. Bekâr adam için yeterdi. Sokağa bakarken yokuştan aşağı homurtuyla inen Bahtiyar’ın kamyonetini gördü. Hemen çıktı sokağa. Bahtiyar mecburen kaldırıma park etti.
Kamyonetin plakasını gören yoldan geçen biri, “Sizin memlekette millet kaldırımlara mı park ediyor? Burası yayalara aittir, beyler” diyerek diklendi.
Bahtiyar, “Ne yapayım, alayım mı arabayı biraz ileriye, İbrahim Abi?” diye sordu.
“Hiç kulak asma. Şuraya baksana, neredeyse bütün arabalar kaldırıma park etmiş. Öylesine konuşuyor…”
Adam da zaten çekip gitmişti.
Eşyayı beraberce taşıdılar. Ağır eşya olarak topu topu üç beş parça şeyi vardı zaten. Buzdolabı ve fırını Bahtiyar sırtında taşıdı. Mutfağa geçtiler. Yeni yerleştirdikleri masanın başına oturdular.
“Çabucak bir çay demlerim şimdi. İçersin di mi, Bahtiyar?”
“İyi olur, İbrahim Abi. Yorgunluğumu da atmış olurum hem.”
İbrahim musluk suyunu kaynattı. Demlediği çayı ince belli bardaklara doldurdu. O da ne! Şimdiye kadar ikisi de bu renkte çay görmemişti. Aldıkları yudumu gerisin geri püskürttüler.
“İbrahim Abi, bu ne ya!”
Sonra anladılar işin aslını. Musluktan akan suyun rengi değişik, kokusu da çok keskindi. Balkondan etrafı seyreden Rauf Bey’e seslendi İbrahim.
“Rauf Bey. Musluktan akan su içilmiyor galiba…”
“Bulaşık ve çamaşıra kullanırız ama hiç içmeyiz” diye cevap verdi Rauf.
İbrahim anladı ki bu büyük şehrin musluklarından akan su içilmez. Suyu ya bakkaldan alacaksın ya da telefon edip evine getirteceksin. Büyük şehirde suyun hiçbir şeyden ucuz olmadığını da böylece öğrenmiş oldu.
Nakliyeci Bahtiyar izin istedi. İbrahim nakliye parasını verirken Bahtiyar’a teşekkür etmeyi unutmadı.
***
Üç gün sonra işe başladı İbrahim. Devlet memurluğu büyük şehir olmuş küçük yerler olmuş hiç fark etmiyordu. Herkes yapacağı işi elinden geldiğince yapmaya çalışıyordu. Tabii, işini savsaklayanlar da vardı.
Niyazi’yle tanıştı kısa bir süre sonra. Üç sene önce bu şehre geldiğinde o da aynen İbrahim gibi yadırgamıştı olup bitenleri.
Niyazi, “Ben de senin gibi içme suyunun bakkaldan çakkaldan alındığını duyunca şaşırıp kalmıştım, İbrahim” demişti yeni arkadaşını onaylarcasına.
“Lokanta fiyatları da oldukça yüksek ha, Niyazi!”
“Ben sana birkaç hesaplı yer gösteririm ama yine de yemeği evde yapmanda fayda var, İbrahim.”
“Allah için, aşçılığım fena sayılmaz.”
Niyazi, “Dalga mı geçiyorsun, yoksa hakikaten iyi yemek pişirir misin?” diye sordu.
“Bir gün yemeğe çağırayım da gör o zaman.”
***
Gel zaman git zaman İbrahim evine en fazla on dakikalık yürüme mesafesindeki bir markette içme suyunun çok ucuza satıldığını öğrendi. İki veya üç günde bir, oraya gidip iki tane beş litrelik plastik şişelerden almaya başladı.
Bir öğle vakti Niyazi’yle beraber dairenin yemekhanesinde sıra beklerlerken bir yenilikle karşılaştılar. Şişe suyu içmek isteyenler elli kuruş vereceklerdi. Sürahideki suyla yetinenlerden para alınmayacaktı. “Yahu Niyazi, bizim memlekette her sokak başında bir çeşme vardı. Kozalak deresinin suyunu doldururduk bidonlara, damacanalara. Memurluk yaptığım her yerde mis gibi içme suyu musluktan akardı; hiç para vermezdik suya. Ama burası bir başka” diyerek arkadaşına dert yandı.
“Büyük şehirlerde hayat ucuz değil, İbrahim.”
***
Havalar birdenbire soğumuş, kış erken gelmişti sanki. İbrahim Doğu Anadolu’da çalıştığı günleri hatırladı. Bu büyük şehrin kışı da epey sert geçeceğe benziyordu.
İnce ince yağan kar işten çıkan İbrahim’le Necati’yi karşıladı.
“Ne zaman başladı ki, bu kar?” diye söylendi İbrahim.
“Saat dört falandı, bir ara dışarı bakmıştım yağıyordu. Hadi gel İbo, şu yeni açılan birahaneye gidelim, kafaları biraz cilalayalım. Eşim birkaç günlüğüne ablasına gitti de…”
“Bekârsın yani benim gibi!”
Biracıya gitmeden önce Niyazi bakkaldan 35’lik votka aldı. İbrahim’e gülerek, “Bu da ekstra ciladır” dedi, şişeyi cebine koydu.
İki iş arkadaşı önce havadan sudan konuştular, arkasından dertleştiler, ülkeyi kurtarmaya çalıştılar. En sonunda da dairedeki güzel kadınlara getirdiler konuyu.
Dışarı çıktıklarında kar hâlâ yağıyordu. Üstüne üstlük ayaz çıktığından her yer buz kesmişti. Zincirsiz, kar lastiği olmayan araçlar yollarda kalmış, hafif hasarlı kazalar meydana gelmişti.
“Soğuk hava beni anında ayılttı, İbo.”
“Aynen öyle.”
“Yarın görüşmek üzere…”
“İyi geceler, Niyazi.”
İbrahim iyice kayganlaşmış kaldırımda güçlükle ayakta duruyor, sabahtan giydiği kösele papuçlarla da zorlanarak yürüyordu. Taksi duraklarında hiç araç yoktu, yoldan geçen arabalar ise hep doluydu. Debelene debelene su aldığı marketin önüne geldiğini görünce sevindi. Hem biraz dinlenir, hem de soluklanırdı. Aynı anda marketin camlarına su fiyatında indirim yapıldığına dair ilanların yapıştırıldığını da gördü. Vakit kaybetmeden girdi içeri.
İki su, bir paket antep fıstığı aldı. İki şişe bira vardı evde, içmeye devam ederdi.
Gide gele tanıştığı kasiyer çocuğa, “Sudaki indirim daha ne kadar sürer?” diye sordu parayı öderken.
“En azından üç hafta sürer, abi.”
Marketin kapanmasına dakikaları kalmıştı. Çalışanlar televizyonu açmışlar, hava durumunu izliyorlardı. İbrahim de çıkmadan önce biraz baktı televizyona. Alt yazıyla okulların kapandığını öğrendi.
İbrahim, “Hep de şu okullar kapanır. Bizim daireyi kapatan yok” diye takıldı kasiyer gence.
“Biz ne yapalım be abi? Devamlı açığız. Bu kıyamette eve nasıl giderim, sabah buraya nasıl gelirim bilmiyorum.”
Markette oyalandığı iyi olmuştu. Dinlenmişti hem de ısınmıştı biraz. On bilemedin on beş dakikalık yolu kalmıştı. Suları taşımak da dengeli yürümesini sağlayabilirdi. Fıstık paketini koydu ceket cebine…
***
İbrahim’in sokağına gelen belediyenin çöp kamyonu sarsıla sarsıla ilerliyordu. Kamyondan inen işçiler çöpleri aceleyle toplamaya başladılar. O esnada kaldırımın kıyısında üstü karla kaplı ufak bir kabartı gördüler.
“Yine çöp poşetlerini sağa sola atmışlar. Bizim millet bir türlü öğrenemedi doğru yere çöp atmayı…” diye yakındı işçilerden biri.
Başka bir işçi de üstü karla örtülmüş yığına yaklaştı, eliyle dokundu.
“Hüseyin, İsmail çabuk gelin. Burada bir adam var. Başı kan içinde, sağ mı bilemedim…”
Kamyonun sürücüsü de indi. Yerdeki adamın nabzını tuttu.
“Çok az atıyor. Hastaneye haber vermek gerek.”
Az ötede beş litrelik plastik su şişelerini gördüler. Patlamış şişeden dökülen su karın üstünde ince bir buz tabakası oluşturmuştu, diğer şişe sağlam durumdaydı.
Şoför aradı 112’yi, “Kadife Sokak’ta buzda kayıp, başını kaldırım taşına vurmuş bir adam var” dedi.
“Sıraya koymam gerek, şu anda bir tane bile ambulans yok. Hava şartları malum” diye bir yanıt geldi karşı taraftan.
Çöpçüler boylu boyunca karların üstünde yatan adamın başında beklediler. Şoför, “Bir daha arayayım şunları” demesine kalmadan siren sesini duydular.
***
Sabah sokağa tekrar gelen çöpçülerden olanları öğrenen Rauf, hemen İbrahim’in tapuda çalışan akrabasını aradı. Mehmet de Niyazi’ye haber verdi. Niyazi uçarak gitti hastaneye. İbrahim’in beyin kanaması geçirdiğini, şu an için bilincinin kapalı olduğunu, hayati tehlikesinin bulunduğunu öğrendi doktorlardan. Az sonra gelen Mehmet’e de öğrendiklerini aktardı.
On gün ölü gibi yatan İbrahim önce parmaklarını oynattı, sonra gözlerini açtı. Birkaç gün sonra da yoğun bakımdan çıktı. Ziyaretine gelen Niyazi’ye çok güç duyulan bir sesle, “Sevgili biraderim, Niyazi. Senden bir isteğim var” dedi.
“Neymiş o?”
“Kime sorarsın, kime danışırsın ben bilemem ama; elinden geleni yap, Allah aşkına.”
“İbrahimciğim tamam da, ne yapacağım? Sen lafı uzatmadan söyle bakayım ne istiyorsun?”
İbrahim, Niyazi’ye bütün umudunu yitirmiş, donuk gözlerle baktı. Ölgün bir ses tonuyla, “Tez elden öyle birini bul ki, beni kurtarsın buralardan. Bulacağın adamın sözü herkese geçsin, beni de eski yerime yollasın. Ben yapamayacağım bu büyük şehirde, Niyazi biraderim” dedi.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.