Celal İlhan
TETANOS
Herkes konuşuyor, ben korkuyordum.
Anamın, ürkü içinde açılmış yaşlı gözleri, komşuların evimizi tıklım tıklım doldurması…
Uzandığı sedirde, hastaneye götürülüşünü, hasta bakıcıların kuşkulu bakışlarına dek anlatan babamın her söz kafama indirilmiş bir yumruktu, karnıma bir ağrı girmişti.
O mıh battıktan kısa süre sonra bacağının odun gibi hissiz, duyarsız hale geldiğini söylüyordu babam.
“Kesseler haberim olmazdı” deyince, başımdan kaynar sular dökülmüştü.
O gün, o akşam karar verdim; kucağına aldığında, “Can Karam” diye önce kulağımı öpmeyi huy edinmiş babamın, bana ettiğini unutmalıydım.
Ziyarete gelen amcalar, paslı mıh batmış nice insanın bacağının kesildiğini, daha geçen yıl yakın köylerden birinin, tetanos iğnesi yaptırmadığı için vücudunun taş kesilerek öldüğünü söyleyince kendimi karanlık, dipsiz kuyularda bulmuştum.
Yılan sokmasından beter bir şey olmalıydı bu mıh batması.
Sessizce, ağlayarak odadan çıkmış, harman yerlerine doğru alıp başımı gitmiştim.
Kentli olmaya hazırlanıyordu ailemiz. Yozgat’tan, kırık dökük bir dükkân satın almıştı babam.
Kısa bir süre sonra köyden kurtulmakla kalmayacak, bir de dükkân sahibi olacaktık.
Dükkân demek şeker, leblebi, kuru üzüm, tahin helvası ve çarşı ekmeği demekti.
Dükkânımızın onarımı “ha bitti ha bitecek” sözlerini duydukça keyifleniyor, ucu sonu belirsiz düşler kuruyordum.
Harap halde, kağşamış, içine it girmez bir yapıymış… Olsun.
Bunun benim için hiçbir önemi yoktu. Babam onu yeni baştan yapacak ya da onaracaktı.
En büyük yardımcısı da küçük kardeşi, huyunu suyunu pek hoşlanmadığı, amcamdı.
İkisinin bir arada çalışması çok zordu, kavga etmeden konuşamazlardı ki.
Amcam, duvarcılıktan, çatı-kapı-pencere çatmaya değin ustalık isteyen birçok işi yapabiliyordu. Belli ki başkasına vereceği üç beş kuruşu ona vermeyi, huysuzluklarına da bir iki hafta katlanmayı seçmişti babam. Her akşam anama, kardeşinin huysuzluğunun “şadı-muradı geçtiğini,” işi yabancı birine vermediğine bin pişman olduğunu, canını dişine takıp bir süre daha katlanmaya çalışacağını yineleyip duruyordu. Amcam, burnundan kıl aldırmıyor, ne dese karşı çıkıyor, tersini yapıyormuş.
Bereket versin, bu paslı mıh batmasında amcamın bir suçu yoktu.
Dikkatsizlik etmiş, yerdeki bir tahtaya çakılı, sivri ucu yukarı bakan mıhı görmemiş, lastik ayakkabısıyla üstüne zıplayıvermişti. Mıh, başparmağı ile bitişiğindeki parmak arasında bir yerden girip üsten çıkmıştı. Ayağını delip geçtiği halde çok az kanayan bu yaranın nasıl bir belâ olduğunu bilirmiş babam. Amcamın da uyarmasıyla hemen doktor koşmuş ve o mucize iğneyi, tetanoz iğnesini yaptırmış.
Ya o iğne kimsenin aklına gelmese, yaptırılmasa, babamın bacağı kesilse ne olurdu bizim halimiz… Tek bacak çavuşun oğlu mu olacaktım.
Harman yerlerinde uzun süre nereye gittiğimi bilmeden dolaştım.
Köye yakın ekin tarlalarının efil efil birlikte eğilip doğrulmalarını, dalgalanmalarını çok sevdiğim halde, şimdi gözüm görmüyordu bile.
Kendimi üzüm bağımızın keliğinde bulduğumda ortalık kararmaya başlamıştı.
Amcamın, benden 8-10 yaş büyük oğlu Yusuf Ağamla bağda yatıyorduk. Bağın orta yerinde tek başına bir kaysı ağacımız vardı. Yatağımız onun altındaydı. Yusuf Ağam, kimi akşamlar, karanlık iyice bastırdıktan sonra gelirdi bağa. Çok korkardım öyle günlerde. Başımı yorganın altına çeker, yel essin esmesin, kütüklerin neresinden çıktığını anlayamadığım bir hışırtının korkusuyla titrerdim.
İlk kez o akşam kütüklere saldırıp, tilkiler gibi döke saça üzüm yemek aklıma gelmedi.
Duyduğum sesler hışırtıyla kalsa yine iyiydi. Yanımda kimse olmamasına karşın, soluk alıp veren biri olurdu hep. Çözemediğim bir bilmeceydi bu soluk alıp verme algım.
O gün babamın başına gelenler korkularımı ötelemiş, ne kütüklerin arasında sürünerek beynime dolan hışırtı, ne de kaynağı belirsiz soluk almalar kalmıştı. Ciğerlerimi dolduran o ekşi yaprak kokusunu bile algılayamıyordum. Korkudan gözlerimi açıp gökyüzüne de bakamıyordum.
Hava yarı bulutlu, ay çıkmış bir kavak boyu da yükselmiş. Ay değil bulutlar arasından kayan altın başlı bir yılan. Arada boşluk buluyor, ayna gibi parlıyor, sonra yeniden saklanıyor, görünüyor koşuyor da koşuyor. Nasıl da severdim ay koşturmasını. Dam üstünde uymadan önce gece yarılarına kadar o kaçar ben kovalardım.
Şimdi başım ikide bir önüme düşüyor, içime kapanıyor, unutuyorum ayı, bulutu.
Uyku mu, o da ay gibi yıldızlar gibi çok uzağımda şimdi.
Babam, tüm dinginliğine, hoşgörüsüne karşın kızdı mı gözü hiçbir şey görmeyen babalardandı.
Daha bir yıl bile geçmedi, çok sevdiği Kara Balasını, beni, taşla kuş avlar gibi vurup öldürmekten kıl payı kurtulduğumun üstünden. Şimdi, yalnızlık ve korku içinde debelenirken onu bağışlamanın, unutmanın zamanının geldiğini düşünüyordum. Yüz bulduğum, şımartıldığım anları yakaladığımda, koltuğunun altına iyice sokularak, “Cevizin dibinde attığın taş beni öldürseydi üzülür müydün baba?” diye laf sokuşturduğum zamanlar olurdu. İyiliğim için yaptığını söyler, yüzü karışırdı.
“Hayvanlar susuz kalırsa ne olur bilirsin. Süt de veremez iş de göremezler değil mi?”
Sorusunu yanıtlayamaz düşünürdüm. Söyledikleri haklı gibi görünmüyordu bana.
Hayvanlarımızı benden daha mı çok seviyordu. Bir öğün susuz kalmakla koca hayvan ölür müydü hiç. Ben öldükten sonra bin pişman olup “Kara Balam, sana nasıl kıydım” diye kendini yerden yere vuracağını hiç mi düşünmemişti acaba?
Bir alay çocuktuk sokakta. Bulunmaz bir fırsat geçmişti elimize.
Köydeki tek ceviz ağacının sahibi, Rıza Dedenin sırt ağrısı nedeniyle yataktan kalkamayacak durumda olduğunu, cevize doymak için ne yapacaksak bu kısa zaman içinde yapmamız gerektiğini biliyorduk. Kim söylemiş, kim akıl vermişti, nasıl hesaplayabilmiştik anımsamıyorum şimdi.
Babam, ağıldaki malları sulamamı söylemiş, ben de ceviz edinme coşkusu içinde, hayvanları unutuvermiştim.
Çok kızmış olmalıydı, adımın birkaç kez ünlendiğini duyunca kendimi toplayıp eve doğru yönelmiştim. Küllüğümüzün önünde gördüm babamı. Bakışları korkunç, yüzü kıpkırmızıydı. Yanına doğru gidip gitmemekte karasız kaldım bir süre. Sanırım, öyle durup malak gibi bakmam daha da kızdırmıştı onu. Eğilip bir şeyler aradı, sonra da kendine düşünme fırsatı vermeden, elindeki iri ayva büyüklüğündeki taşı üstüme doğru fırlattı. Sağ kulağımın yırtılmasına neden olan taş, bahçe duvarına çarparak iki parçaya bölünmüştü.
Küçük bir oğlanın yaşadığı acıyı ve şaşkınlığı gören yoktu da ufacık anamın, boylu poslu kocasına kartal gibi saldırması, seyredenleri hayretler içinde bırakmıştı. Oğlunu kuş avlar gibi avlayan babaya çıkmıştı adı. Köylünün dedikodu dağarcığına unutulmaz bir armağandı babamın ettiği.
Konu komşunun akıl danıştığı, hatırı sayılır, gölgesi ağır babam; onu dinlemediğim, oynamaya, ceviz taşlamayı sürdürdüğüm için beni öldürmeyi ya da sakat bırakmayı nasıl göze almış olabilirdi?
Bağımızın duvarını atlayan Yusuf Ağamın ayak sesleri, ardından adımı ünlemesi karanlık, yılan-çıyan dolu bir kuyudan çekip çıkarmıştı beni.
Kalkıp boynuna sarıldım. Korkabileceğimi aklına getirmemişti, neden gecikmişti bu kadar…
“Karnını doyuran, boşboğazlık etmek isteyen kim varsa sizin evde, kaç kez yekindim ama kalkamadım” diyordu.
Hem koca delikanlıymışım, boyumdan posumdan utanmalıymışım. Ne korkmasıymış bu, yalnız tavşanlar korkarmış.
Yusuf Ağam, keyfi yerinde olduğu zamanlarda anlattığı hikâyelerden, sonu kavuşmayla, mutlulukla biten tek hikâye, “Âşık Garip ve Şahsenem”in hikâyesini anlatı o gece.
Şöyle bitiyordu masal:
“Dünyada Şahsenem murada erdi, Âşık Garip gibi gülen olmadı.”
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.