TÜRKÇE BEYİN
Tahsin Şimşek
Mevlana ne güzel söyler: “Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı” Ah, bir de Türkçe söyleseydi Mevlana! Bu sözler, sabır ve ilkeliliği simgeliyor, örnekse Ali Dündar. Onu, gerçekten tanıyıp da sabır ve ilkelilik kavramlarını onda birleştirmemek olası değil. Sabır ki beynin meyvesidir. Bir yazıma “Türkçe Yürek” başlığını koymuştum. O yazımda Ahmet Miskioğlu’nu anlatmıştım. Benim, Ahmet Miskioğlu ile en çok özdeşleştirebildiğim kişi, kuşkusuz Ali Dündar’dır. Üstelik Türkçe’ye yaklaşımda Miskioğlu duygu boyutu, Ali Dündar bilimsel ve düşünsel boyutu simgeler. Her Türk Dili Dergisi’nde bu iki ad mutlaka vardır. Birbirlerini hiç görmemelerine karşın, ortak ülküde birlikte olabilmeyi hep başarabilmişlerdir.
Ali Dündar, alçakgönüllü üretmeyi ve paylaşmayı yaşama kültürü haline getiren örnek insan. Nereden geldiğini bilir. O, gölgelere değil güneşe bakan; gerçeğin aydınlığıyla beynini ışıklandırmayı bilen dört dörtlük bir öğretmen, Köy Enstitülü bir aydın. Tam da soyadına uygun bir artçı öncü. Gölgelerin büyüklüğünde keramet arayanlar, belki yazarlar sözlüklerinde, ansiklopedilerde ona yer vermemişlerdir; çünkü onların aradığı yerde değildir. O, Türkçe’nin yanındadır;, emeğin yanında, yeni bir sesin soluğun yanında.
17 Nisan’lar Köy enstitülerin buluşma, dayanışma, kendilerini anlatma günüdür. O gün, ülkede onlar dalgalanır yurt yurt. Her yere koşmaya, yetişmeye çalışırlar. 17 Nisan 1998’de Ali Dündar, Ortaklar İlköğretmen Okulu’ndan öğretmenim İhsan Güvenç’le birlikte Nazilli’de. Öğretmenevinde, Eğit-Der’in onurlarına verdiği akşam yemeğindeyiz. Söyleşinin tava gelip iyice koyulaştığı bir saatte yanlarındayım. Kendimi tanıtıp, önce öğretmenim İhsan Bey’in elini öpüyorum, sonra Ali Dündar’a dönüyorum. Benden önce, o sorgulayan, ama olabildiğince sevecen şu sözlerle söyleşiyi başlatıyor: “Sen o Tahsin Şimşek misin? .Hani Türk Dili Dergisi’nde şiirlerini okumaya alıştığımız?” Ekliyor: “Biz Osman’la (Bolulu) ve dostlarla senin şiirlerini okur, uzun uzun tartışır, söyleşirdik.” Sonra da gücenik bir sesle soruyor: “Yazmaya niye ara verdin?” Söyleşinin sonraki bir yerinde genelleyerek “Bu ülkenin, Türkçe’yi güzel kullanan, yeteneği olan herkese gereksinimi var.” diyor. O günden sonra ben, onu yaşam öğretmenlerimden bir olarak belleğime kazıyorum. Ankara’ya döner dönmez, “Yapay Osmanlıcadan Yaratıcı Türkçeye” adlı, Ataç tezgahında dokunmuş yapıtını şu sözlerle imzalayıp elden gönderiyor: “Akan zamana boğulmamak için kendine Türkçe sözcüklerden güzel ve yeni sallar yaptıran Tahsin Şimşek’e dostlukla. Ankara 1.6.98” Bir de Dil Derneği üyelik formunu. Artık Dil Derneği toplantılarında Ankara’da buluşup söyleşiyoruz. Ocak 2003, yeni yıl anısı olarak imzalayıp gönderdiğim şiir dosyamı okur okumaz Remzi İnanç’a götüren, böylece “Yarını Tanelemek”in basılmasına öncülük eden ve bana yeni dostlar kazandıran da odur. Bir yerde daha kesişiyor yolumuz; ben öğretmenliğe Beytüşşebap’ta başlıyorum; o kızının görevi nedeniyle Beytüşşebap’a gidiyor. Aynı yılarda değil; ama aynı sınıflara giriyoruz, benzer gözlem ve anılarla dönüyoruz. Ben bütün bu kesişmeleri, “an”ları ve dostlukları çok önemsiyorum, Yaşam değeri bilinen “an”larla ve dostluklarla anlamlı. Mutluluk da “an”ın değerini bilmektir.
Fakir Baykurt’la bir yol çatında buluştuğumu düşünüyorum. Fakir Baykurt, Nisan 1993’te Ali Dündar için şunları söylüyor: “…Mahmut Makal’ın da belirttiği gibi bizim yetişmemizde Ali Dündar’ın emeği vardır. Çok yararlandık kendisinden. (…) Köy kaynağından beslenen temiz Türkçe’nin değerini bana öğretenlerden birinin Ali Dündar olduğunu söylemeliyim.” Kısaca o, sevgisini ve dostluğunu Veysel’ce bir benzetmeyle “ekin ekip biçmek gibi” doğallaştıran bir gönül adamıdır. O doğallık, ödünsüz bir öğretmen tutarlılığını ve içtenliğini içerir. İçtenliğine soluk yetiştirmek de öyle her babayiğidin harcı değildir.
Ataç, Ulus’taki 15.12.1951 tarihli yazısını şöyle bitiriyor: “Mahmut Makal’ın, Ali Dündar’ın yazılarını okuyorum da bizim dil kavgalarımızdan utanıyorum doğrusu.” O, yazı meşalesini, Ataç’ın ateşlediği gençlerdendir. O, çıraklığında, yazıya başladığında yıllarda, Ataç’ı bile utandıracak kadar Türkçe’ye egemendir. Ataç ustanın yolunu açtığı hangi yazıneri yarı yolda kalmıştır ki, Ali Dündar kalsın. O da bizim Ataç’ımızdır. Ataç aynı yazının değişik yerlerinde şunları da söylüyor: “Böyle tertemiz bir nesir getiriyor bize o gençler. Süssüz, özenme yok, yapmacığa, gösterişli duyganlığa düşmeden şiire yükseliveriyor.” , “Bu yazıyı yalnız Falih Rıfkı Atay’ın değil, okullar için Türkçe kitabı hazırlayanların da görmelerini isterim.”, “Tanımıyorum Ali Dündar’ı , duyduğuma göre bir öğretmenmiş, bir köy öğretmeni. Otursun o köyde. Hiç şüphem yok, gönlündeki yurt sevgisini çocuklara da aşılar, onlara ormanlarımız korumayı, yurdu benimsemeyi, süssüz ve temiz bir Türkçe ile düşünüp yazmayı öğretir. Ama biz de yurdumuzun bir köyünde Ali Dündar adında bir öğretmen bir yazar olduğunu unutmayalım.” Evet, Ataç’ın saptamaları bunlar. Yalnızca bir yazıdan çıkardıkları.Kanımca Ali Dündar’da Ataç’ın söylediklerinden çok çok fazlası var.
Ali Dündar çoğu yazısına bir alıntıyla başlar. Sözgelimi Yunus’la, Mustafa Kemal’le, Hasan Ali Yücel’le, Ataç’la, Nermi Uygur’la… Önderler, eğitimciler, sanatçılar ve felsefecilerle… O, lafını bilip de ağzını silip de söyleyenlerden olduğu için, “ben ben diyen”lerden değildir. Bir elinin altında Derleme Sözlüğü, öteki elinin altında Tarama Sözlüğü; gözü ise Türkçe’de, halkta ve insanda. Koşullar ne olursa olsun ahkâm kesmez. O, yol gösterenlerden değil, yolu açanlardır.
Ali Dündar hangi yolu açıyor? Yazılarının izleklerini bir bir anımsamak gerekiyor:
–Türkçe’nin varsıllığını, dünyanın en güzel dili olduğunu belleklere kazımak. Seksenli yaşlarında Dil Derneği’ne, sözlük çalışmalarına katkısı hepimize parmak ısırtacak düzeyde. Özellikle Türk Dili Dergisi’nin her sayısında yer alan yazıları, Türkçe’nin günlüğü, bugünün dil tutanağıdır. Gelecek kuşaklar, Türkçe’nin önünü bu yazılarla açacaktır. Bana göre günümüzün en anlamlı ödülü, “Türkçe”ye verilen ödüldür. “TDD Dil Ödülü” bu açıdan çok ama çok önemlidir; bu ödü,l ilk kez, 2003’te Ali Dündar’a verilmiştir; başka kime yakışırdı ki? O “Türkçesi Varken” başka hiçbir sözcüğe dönüp bakmayan Türkçe emekçisi direngen karıncadır.
–Laikliği, özgür toplum olmanın temel koşulu olarak gören bir anlayış. Tam Fikret’çe bir laiklik: “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” insanı yaratmak. O, hem Osmanlı kültürüyle yetişmiş bir din adamının oğlu , hem devrim şehidi Zeki Dündar’ın anılarıyla büyüyüp kimliğini oluşturan bir öğretmen. Zeki Dündar amcasının oğludur; Kubilay gibi öğretmendir. O, isyanın kıvılcımlanmak üzere olduğunu zamanında görmüş, yangına dönüşmeden yönetimi uyarmıştır. Ne var ki bu uyarı, güvenliği bozucu bir davranış olarak algılanmış ve Zeki Dündar hapse atılmıştır. Gerçek düşmanının bu devrimci aydınlar olduğunu iyi bilen Şeyh Sait, onu bir atın kuyruğuna bağlatıp parça parça ettirmiştir. Allah aşkın kaçımız Zeki Dündar’ı biliyor. Koşullardır kişiyi olgunlaştıran, ona kimliğini kazandıran. İnanç ile özgür düşünceyi birlikte yaşatan laiklik çizgisini en iyi bilen ve anlatan kişidir Ali Dündar.
–Atatürkçü düşüncenin eylemle kuramı örtüştüren sürekli devrim çizgisine sakı sıkıya bağlı bir anlayış: Sözüyle eylemi örtüşmeyen Atatürkçülere dönüp bakmaz. Ona göre Atatürk devriminin temeli, dile, tarihe, eğitime verilecek emek oluşturmaktadır. Yaşamının en büyük acısı Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nun Atatürkçü etiketli, Atatürkçü bir ordudan yetişmiş generallerce kapatılmasıdır. Çürümenin bu boyuta varmasıdır. Eğitim kurumlarının kimliksiz kuşaklar yetiştirmeye başlamasıdır. Ona göre yaşamanın ve yaşamın anlamı bu olumsuzluklara direnmektir.
–Emeğe saygı temeline oturan yararcı ve toplumcu sanata sıkı sıkıya bağlı anlayış: Bunun yolu da üretmekten ve üretene destekten geçiyor. Bu yüzden dernekten derneğe, toplantıdan toplantıya koşmaktadır. Bu yüzden Cumhuriyet’te, TDD’de, Çağdaş Türk Dili’nde, abece’de, Ardıçkuşu’nda, Yeniden İmece’de… Kısaca aydınlığın olduğu her yerde. Üreten herkes, onun desteğini arkasında bulmaktadır, ben o destekten çok yararlandım, güç aldım. Üretimin kendi doğallığı içinde yapılmasını ister. Bir derginin kendisi için hazırlayacağı özel sayıya karşı çıkması da bu yüzdendir. Ismarlama yazının yazarlık onuruna zarar vereceğini düşünür. Kısaca onun için yazmayı, Türkçe’mle ve insan onuruyla özdeşleşmek olarak algıladım. Türkçe düşünmeye ve Türkçe’ye yazarlık saygısıyla.
TÜRKÇE BEYİN
-Ali Dündar’a saygıyla-
Beyinde açan bir çiçek
Nasıl sığar her imgeye
Öyle, bindallı bir Yunus
Türkçe’m ebemkuşağından da öte
***
Türkçe’ye bürünen Yunus
Ataç olup görünse bir gönle
“Ali Öğretmen” olup çıkar elbet
Ülkeme vurgun ülkü, erdemce
***
Aynasına sırdır zamanın Türkçe’m
Göz göze gelir gelmez
Yaşam rengine keser uzam
“Türkçe’si Varken”
Devrim devrim dalgalan hey
Oğul, çağlar öte o sabahlara
“ses bayrağım”la uyan
Böyle bir şiirle noktaladığım bu yazım, Türk Dili Dergisi’nin 108. Sayısında (Mayıs-Haziran 2005) yayımlanmıştı. Ama ilişkimiz noktalanmamıştı.
2007 Ocak’ında Afrodisyas Sanat’la yayın dünyasını merhaba dediğimizde, yanımızda o vardı; o “Türkçesi Varken” sayfasıyla. Sevinçle, coşkuyla, yüreğiyle!… Bu birlikteliğimiz, Mayıs-Haziran 2013’e değin 39 sayı kesintisiz sürdü. 31. sayımızın (Ocak-Şubat 2012) “Benden İçeri” bölümünde de “Gelip Geçerken!...” başlığıyla kendini anlatmıştı. Yine bütün alçakgönüllülüğüyle, hiç “ben” demeden.
Kitaplarım kendisine ulaştıkça, bana dönen o yüreklendirici tümceleri kaldı geriye. Onlardan yalnızca birini paylaşmak istiyorum: “Mustafa Kemal Sınavı’nı dergi ile birlikte aldım. Karıştırırken başlıklar ve isimler dikkatimi çekti, aynı gün okumaya başladım ve üçüncü gün bitirdim. Sunu’daki adlandırmalar birden dikkatimi çekti. Ve beni tümevarım’a yönlendirdi. Severek yararlanarak okudum ve ikinci gün bitirdim. Özellikle sunudaki adlandırmaların sayfalara yayılmasını çok güzel ve anlamlı bir yazma yöntemi olarak benimsedim. Kitapta tasarlanan imge’nin sunu’da adları geçen Başak, Eylem, Sevgi, Barış, umut ve Ata ile, onların adlarıyla sayfalara yayılması işlek bir anlatım/yazma yöntemi olmuş, okumayı, anlamayı kolaylaştıran bir yöntem olmuş, bunu bir buluş olarak benimsiyorum, teşekkür ederim. (2 Haziran 2015)”
Peki, niye mi paylaştım? Bir ömür öğrenen ve öğreten öğretmen tutumunun ne olduğunu göstermek için. Mustafa Kemal Sınavı’nın kesintisiz sürüdüğünü göstermek için. Kendinden daha genç olanları yüreklendirmenin bir görev olduğunu, bunun alçakgönüllülükle nasıl yapılabileceğini kanıtlamak için. Onlar, hiç sınava ve sigaya çekmediler, hep sınavdaydılar.
Her 17 Nisan’da kendisini aramış Köy Enstitüleri gününü kutlamıştım. Korona günleri başladığında da… Bundan sonra 17 Nisanlarda daha da yetimim artık! Dergilerde, söyleşilerde, kitaplarda buluşup konuştuğumuz; Afrodisyas Sanat’ta birlikte olduğumuz, kendilerini tanımaktan kıvanç ve onur duyduğum o büyük, güzel insanlar; Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Emin Özdemir, Osman Bolulu, Osman Nuri Poyrazoğlu, Nadir Gezer’den sonra Ali Dündar’ı da yitirmek, çok ama çok koydu bana! Çünkü çok özel bir dostluktu bu! Kızı Gülay’ın yargıç, benim öğretmen olarak bulunduğumuz Beytüşşebap’tan söz ettiğimiz günler de anılarda kaldı artık!…
Beni daha derinden yaralayan, Cumhuriyet’in (9 Kasım 2020) 4. sayfasının sol alt sütununda yer alan ölüm haberine, kültür-sanat sayfasında yer bulanamaması, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’na ait o 30 cm karelik ölüm duyurusun da 6. sayfanın sağ sütununun tabanına atılması. Oysa Ali Dündar bütün kitaplarını CHP’ye bağışlamıştı.
Bir İran atasözü, “Türkçe bilenin işi rast gider.” der. “Türkçesi Varken” diyeninin elbet ölümsüzlüğü de!…
Ömrünü, Mustafa Kemal’e, Cumhuriyet’e ve Türkçeye. adamıştın. Değerbilirler unutmayacaktır. Işıklar içinde yat sevgili öğretmenim!
9 Kasım 2020
Yorum Kapalı.