Ulusal Dil, Ulusal Bilinç
Ertuğrul Efeoğlu
Anamalcı ABD yayılmacılığının tasarlayıp başlattığı, adına Yeni Dünya Düzeni de (YDD) denilen “küreselleşme” süreci, ulusal dilleri çökertme, güçsüzleştirme, etkisizleştirme çabalarını da kapsıyor…
Küreselleşme sürecinde, yayılmacı devletin buyruğuna girmiş yerli işbirlikçilerin varlığını bilmeyen kalmadı. Onları kişi olarak adlarıyla, sanlarıyla tanımak önemli değil, önemli olan yüklendikleri görevlerde oynadıkları oyunu, üstlendikleri işlevi bilmektir… O yerli işbirlikçilerin kimileri yeni süreçte kendilerine liberal adını yakıştıran dönme solculardır. Onlar 1960’lı, 1970’li yıllarda sol görüşü benimsemiş olduklarını ileri sürüyorlar, dediklerine bakılırsa o yıllarda toplumculuğu savunmuşlar! Onlara bugün bakınca, toplumculuğu, özümledikleri hangi derin bilgileriyle (!) nasıl savunmuş olduklarına şaşmamak elde değil. Şaştığımız başka bir konu da, onların öbür çetelerle, öbür yuvalanmalarla doğal bir dayanışma içine girmiş olmalarıdır. Görünüşte aralarında dokusal benzerlik yokmuş sanısı uyandıran yapıların varlığından söz ediyoruz: saltanat ve hilafet savunucuları, birtakım cemaatler, tarikatlar ve bütün aydınlanma karşıtları.
Bu çevreler, bilerek ya da bilmeyerek, ABD yayılmacılığına daha çok katkıda bulunabilmek için birbirleriyle yarış içindedirler. Bu çevrelerin kimi kez görünürde birbirleriyle bütünleşmiyormuş gibi algılanabilecek eylemleri bizi yanıltmasın. Erek, birdir: Çağcıl Türkiye Cumhuriyeti Devleti tasarımını bütün kurumlarıyla sarsıp ABD’ye direnci kırılmış, boynu eğik, yaralı, yaranmacı, yardımcı bir sömürge devleti yaratmak, yeni bir Türkiye yaratmak. Bu çevreler, Cumhuriyetimizin aydınlanmacı devrimine kendi yönlerinden, kendi açılarından, kendilerine göre haklı (!) gerekçeler ileri sürüp karşı çıkıyorlarmış gibi görünmeye çalışsalar da, dediğimiz gibi, elde edilmek istenen sonuç birdir. Kaldı ki, ileri sürdükleri gerekçelerin de kendi üretimleri olduğunu sanmak yanıltıcı olur.
O gerekçeler, Cumhuriyetimizin kuruluş evresinde de sömürgeci devletlerin gizli servislerince kurgulanıp içimizdeki düşmanların kullanımına verilmişti. Türkiye Cumhuriyeti, yayılmacılığa karşı sürdürülen büyük bir bağımsızlık savaşı sonunda kurulurken o tür engellemelere karşı da savaşım verdi. Cumhuriyetimizin kurucu kadrosunun yeni devletin dokusuna egemen kıldığı bağımsızlık ülküsü, devletimizin kuruluş evresinde ve kısa tarihinin sonraki on yıllarında türlü saldırılara uğramış olsa da, devlet örgütümüzün değişmez tözü olarak varlığını sürdürmektedir. Bağımsızlık, çağdaşlaşma, özgürleşme, ulusal egemenlik, bunlar üzerlerine her zaman titrediğimiz ilkelerimizdir. Bu ilkelerin hiçbirinden dönmedik.
Ama şimdi yayılmacı devletin derin yapısı (bankacılık ve borsa düzeni) bu ilkeleri unutmamızı istiyor bizden. Bunu Pentagon aracılığıyla istiyor, Pentagon’un sivil görünümlü düşünce kuruluşları aracılığıyla istiyor. Yerli işbirlikçiler o kuruluşlarda üretilen kavramları tercüme yoluyla bizlere aktarıyor. “Geçmişle yüzleşmek”, “ötekileştirmek”, “empati”, “dilde ırkçılık” vb. çeviri kokan kavramlara, “yerinden yönetim”, “demokratikleşme”, “mezhepçilik”, “azınlık hakları” gibi yeniden ısıtılan kavramlar ekleniyor.
Biz bu kavram kargaşasından kısa sürede çıkacağız. Bize dayatılan çeviri kavramları öz Türkçenin gücüyle kıyılarımızın dışına atacağız. Kendimizi büyük bir deniz gibi yeniden temizleyeceğiz.
Çağcıl Cumhuriyetimizin bütününe yönelik saldırıların gerekçeleri, saldırı yöntemleri çok türlülük gösterse de, dediğimiz gibi, erek birdir. Cumhuriyetimizin kazanımlarını, aydınlanma değerlerini bir bir bayağılaştırmak, ortadan kaldırmak.
Bu saldırı curcunasında dilimiz de hırpalanıyor. Türkçe sözcükler aşağılanıp dilimizden atılıyor. Yukarıda kümelere ayırarak andığımız çağdaşlaşma karşıtı, uygarlık karşıtı kesimler, ulusal kimliğimize savaş açmış çevreler Türkçe kavramlara, Türkçe sözcüklere topluca saldırıyorlar. Bu saldırıyı yapanların çoğu bilinçsiz. Çoğu, akıntıya kapılmış, ne yaptığını bilmeden karışıyor sesi yüksek çıkanların yığınına.
Bir örnek verelim: Cumhuriyetimizin bir ülküsü de, toplumsal ayrıştırmacılığın her türüne kapıları kapatmak, cinsiyet, köken, toplumsal tabaka ayrımını ortadan kaldırmaktı. O nedenle çeşitli sanları (ağa, efendi, bey vb.) dışlamış, bayan ve bay gibi bireyleri toplumsal tabanda eşitleyici, bireylerin saygınlıklarını koruyucu önlemler getirmişti. Ama küreselleşme sürecinde, “cariye yaradılışlı” birtakım bayanların da katılımıyla bu sanlara savaş açıldı. Bu savaşımı yürüten yaşı geçkin bayanlardan biri oldukça acıklı bir gerekçeyle çıkıyordu karşımıza. Ona göre, bayan sözcüğü ondaki dişilik duygusunu ortaya çıkaramıyormuş! Kendisine hanım denilmesi, kadın denilmesi dişiliğini daha iyi duyumsamasını sağlıyormuş.
ABD’nin kendilerine ilericilik oyununu oynattığı birtakım başıbozuk kesimler de dişiliğini arayan yaşlı bayanın sürdürdüğü savaşımda kendisini yalnız bırakmadılar. Üniversite öğrencisi genç kızlar için kadın öğrenci demeye başladılar… Günümüz üniversitelerinde yaşları genç olmakla birlikte duyuş ve düşünceleri “yaşlı” birtakım öğrenciler yok değil. Onlar da bu “kadın öğrenci” tanımını üzerlerine biçilmiş kaftan gibi hiç yüksünmeden geçirdiler.
Bütün bunları ortaya süren, ülkemize Ortadoğu’da yeni bir görev vermeye yeltenen yayılmacı devletin derin yapısının aldatıcı, kafa karıştırıcı kollarıdır. Ama unutmayalım: O yapı, ülkemizde işlenmeye elverişli bir kaynak bulamasaydı, bu tür toplum mühendisliklerine el atamazdı. El atmış olsa bile, bu denli yandaş bulamazdı.
Ancak biz, ötelerden gelen bu yapay dalgaların bizim ilerici, aydınlanmacı gücümüzü aşındırabileceğine hiç olasılık vermiyoruz. Çünkü gücümüzün kökleri derinlerdedir. Tarih bilimini, bu görüşümüze tanık tutuyoruz. Bütün tarihsel-toplumsal belleğimiz, bizler yeniden kurtuluş yolunda ilerlerken bize yol gösterecek çok değerli simgelerle doludur. Geçmişimizden gelen özgürlük ve bağımsızlık tutkumuzu bugün de tarihsel kanıtlarımız olarak elimizde bulunduruyoruz… Bakınız, Türk ulusu, kendi devletini 1923’te hiçbir yerden onay istemeden kendisi kurmuştur. Türk ulusu kendi kurduğu çağcıl devletin yüce bağımsızlığını, ulusun yüce onurunu korumak için halkın öz dilini devlet dili olarak işlevselleştirmiş, ayrıca o dili, yazın ve bilim alanlarında ilerletmiş, güncelleştirmiştir. Yüzyıllarca yayılmacı güdülerle dar bir çevrede ayakta tutulmaya çalışılmış olan yapay Osmanlıca, o aşamada, kısa sürede bir hayalete dönmüştür.
Osmanlıcanın, soluğunu kısa sürede yitiren bir hayalete dönüvermesi, onun yüzyıllar boyunca gerçek işlevler üstlenmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Türk Devrimi Osmanlıcanın Türkçe karşısındaki sahteliğini çok kolay kanıtlamıştır. Cumhuriyet döneminde yapılan çeviriler, yayımlanan kitaplar, Osmanlıcanın ve Osmanlı düşüncesinin kofluğunu ortaya çıkarıverdi. Falih Rıfkı Atay, Tercüme dergisinin 19 Eylül 1944’te çıkan 5. cildinde yer alan “105 Yeni Tercüme” başlıklı yazısında bu konuya güçlü bir tanık saptamasıyla parmak basıyor: “Övünerek kütüphanelerimize koyduğumuz bu yüzlerce kitaptan hiçbiri Osmanlıca değildir ve Osmanlıca hiçbir devirde, bu eserlerden bilhassa bir kısmı kadar, ileri bir seviye dili olmamıştır.” Bu tanıklık bize, yalnızca Türk dilinin değil, Türk Devriminin bir bütün olarak toplumu ilerletici, toplumun düzeyini yükseltici gücünü de eksiksiz duyumsatmaktadır.
Biz Türk Devrimini bir aydınlanma tasarımı, bir aydınlanma eylemi olarak görüyoruz, bir bütün olarak değerlendiriyoruz. Devrimimizin hiçbir bileşenini önemsiz ya da gözden çıkarılabilir olarak değerlendiremeyiz. Türkçeciliğimiz de bizim devrimci anlayışımızın en önemli bileşenlerinden biridir. Ulusal dilimiz olmaksızın, toplumsal varoluşumuzu, ulusal kimliğimizi, ulusal bağımsızlığımızı, uygar uluslar katındaki saygın yerimizi alamayız, alsak bile koruyamayız, saygınlığımızı sürdüremeyiz.
Ulusal dil ile ulusal bilinç arasında bağıntı vardır. Ulusal bağımsızlıklarından ödün vermek istemeyen uluslar, ulusal dillerinden kesinlikle ödün vermezler. Biz de ödün vermeyiz. Ödün verenler hiç kuşkusuz vardır. Onları iyi gözle görmeyiz. Başka ulusların yönetimleri altına girmekte utanç ya da sakınca görmeyenlerin Türkçeyi sevmelerini, Türkçeye sarılmalarını hiçbir gün beklemedik. Umudumuz, ulusal bağımsızlık bilincini, toplumu yüceltici o soylu duyguyu yüreklerinde duyanların varlığından kaynaklanmaktadır.
Toplumumuzun büyük bir bölümü, ne mutlu bize ki ulusal bağımsızlık bilincini, bağımsızlık onurunu özümlemiş bireylerden ve bu konularda duyarlı toplumsal kesimlerden oluşmaktadır. Buna seviniyoruz! Bunu büyük bir mutluluk olarak görüyoruz! Ama bu yetmez! Bir toplumun, ilerici önderlere de gereksinimi vardır. Siyasal, toplumsal, ekinsel, tutumsal alanlarda olsun, dil ve yazın alanında, sanat alanında olsun, öncü aydınlar olmazsa, ulusal üstün niteliklerimizi gereğince değerlendiremeyeceğimiz açıktır.
Bugün üniversitelerde görev yapan öğretim elemanlarından cılız da olsa bir ses çıkmaması, ressamlarımızın, müzik çalışanlarımızın, oyuncularımızın üzerlerine ölü toprağı serpilmişçesine her olumsuzluğa sessiz kalmaları, işadamlarımızın yutkunmakla yetinmeleri toplumu aydınlığa çıkarmaz. Toplum önderleri dediğimiz aydınlarımızdan ve hepimizden beklediğimiz, açık ve anlaşılır bir dille konuşarak dilimizi, varlığımızı yok etmeye yönelmiş olan YDD’nin irili ufaklı bütün bileşenlerine var gücümüzle direnmektir. Unutmayalım, bu bir ölüm kalım savaşıdır.
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.