Günay Güner
Usta Ozan Hüseyin Atabaş ve Dil Duyarlığı
Bir ülkede sınıfsal bilinç planlı, tasarlanmış saldırı altındaysa hiç kuşkunuz olmasın, anadili de ulusal ekini de saldırı altındadır. Bu durum neredeyse bilimsel koşutluktur. Türkiye sözkonusu ilişkinin en somut gözlem alanlarındandır.
Ne ki bu gerçeğe karşın yazarlarımızın genelinde, anadile özenden söz edebilmek neredeyse olanaksızdır.
Usta Ozan-Yazar-Düşünür Hüseyin Atabaş, dil duyarlığını yaşayan ve yaşatan, ülke ve ekin sorunlarımız üzerine yaklaşımlar geliştiren az sayıdaki yazarlarımızdandır. Giderek, Hüseyin Atabaş’ın, geçen onyıllar içinde öncü ve sözcü bir işlev üstlendiği vurgulanmalıdır.
Ozanlığın, yazarlığın her nenden önce bir dil işçiliği olduğundan yola çıkarak Hüseyin Atabaş’ın özel önem ve emek verdiği (ki burada “Türkçe, Yaralı Dilim” adlı değerli yapıtını anımsatmalı) dil-Türkçe üzerine düşüncelerini çözümlemek gerekir.
Hüseyin Atabaş dilin bir devrim konusu olduğunu bilir. “Yabancı dillerden Türkçeye girmiş ve kullanılmakta olan sözcükler artık ‘Türkçeleşmiş’tir; uygulayımbilim, bilişim, bilim üstünlüğü gelişmiş ülkelerdedir, dolayısıyla onların belirlediği sözcükleri biz de kullanmalıyız” yönündeki çarpık anlayışa kesin karşıdır. Şöyle yazar:
“…dilimizde olmayanları sözcükleri, kavramları başka dillerden, başka kültürlerden alıyoruz, ama ‘yabancı olsun da ne olur olsun’ düşünmemeli, dememeli. Bakın, ‘yabancısı varken neden zahmet edip kendi dilimizden üretmekle uğraşalım’ dememeli.”
Atabaş anadili-düşünce arasındaki güçlü ve kaçınılmaz ilişkiyi çok önemser ve açıklıkla ortaya koyar:
“Dil düşünceyi yaratır ya da anadil ile düşünce birbirinden ayrılamayacak, biri olmazsa öteki de olamayacak olan iç içe iki etkinliktir. Bu etkinlikler gerçekleşmedikçe; insanın insanı etkilemesi, yönlendirmesi, bildiklerini aktarması, insanın insanla anlaşması, insanın insanı ve dolayısıyla evreni algılaması, doğayı dönüştürmesi, yaşanabilir bir ortam olarak geliştirmesi, sanatsal iç varsıllığı edinmesi söz konusu olamazdı” der.
Buna göre, her dil kendi sözcük, tümce, kök, türetme yapısı içinde anlamlı ve tutarlı işler. Bu ilişki doğallıkla, düşüncemizi dilin çağrışım olanağına götürür. Dil, anadili salt iletişim aracı değildir; anılardır, birikimdir, bilgidir, ekindir.
“Tarihi, insanın gırtlağından çıkan ilk sese dek uzanan dil gibi çok önemli bir iletişim ve düşünce üretme aracımız olmasaydı ne atalarımız, ne de biz hiçbir anlatma / yaratma, gelişme olayını yapamazdık. Çünkü dilin belki de asıl önemi, iletişim fonksiyonundan önce düşünme ve yaratma aracımız olmasıdır. Kısacası, insan, tüm dilsel işlevlerin en yetkin biçimde ancak anadili ile yapar. Anadili, insan geçmişinin karanlığına karşı tek yol göstericisi ve aydınlık geleceğidir…” diye açıklar Atabaş.
Hüseyin Atabaş dilin ve ekinin en başat konu ve kavramlarını irdeler. (Bu noktada dilin diğer sanat ve ekin alanlarıyla olan bağı da Atabaş’ın üzerine çalıştığı konulardandır.)
Atabaş’a göre temelde bir kültür devrimi niteliğindeki Türk Devrimi, Dil Devrimi üzerinde yükselir. Dil Devriminin özü ve etkisi ise sınıfsaldır. Şöyle belirtir:
“Türkçe, aldığı büyük yaraları, ulusal bilinç anlayışı üzerine kurulan Cumhuriyetle birlikte sağaltmaya başladı. Demek ki dilimizin yeniden özbenliğine dönme arayışının filizlendiği toprak, bağımsızlık savaşımının öz suyu ile yaşam bulmuştur… Anlaşılacağı gibi, Türkçenin aslına dönme arayışı, bir dil ırkçılığı çabası değildir. Eğer öyle olsaydı; şoven milliyetçiler Osmanlıcayı, ilericiler dilde arılaşmayı, sözde bağımsızlıkçılar yabancı dille öğretimi savunmazlardı. Bilinmeli ki, dile yeniden özbenliğini kazandırma çabası bilimsel ve sanatsal yaratıcılık istencinin gereğidir. En önemlisi de, 1923‟te girilen cumhuriyet yönetimi, kul anlayışının (mantığının) dili olan Osmanlıca ile başarıya ulaşamazdı. Oysa bireyi önceleyen ve önemseyen cumhuriyet, başarıya ulaşmak için, kendi dilini oluşturmak durumundadır. Çünkü kendi özgün dilini kuramayan, koruyamayan bir ulus, örneğin yaşamsal önemi olan eğitim öğretim dilini de oluşturamaz, dilini o düzeye ulaştıramaz.”
Anadilimiz Türkçenin yeniden yazı ve yazın dili olması bilgiyi, uygar dünyanın eleştirel bilgisini hızla ulusa yayarak; kendini ancak bilgisizlik, cehalet koşullarında üreten sömürüyü, eşitsizliği, derebeylik-tefecilik-işbirlikçi yönetici güçbirliğini engellemiştir.
Hüseyin Atabaş sözkonusu bilimsel gerçeği yetkinlikle dillendirir, açıklar:
“Kısaca ve yeniden söylemek gerekirse; bir ulusun anadili ne kadar arılaştırılmış, ne kadar özbenliğine kavuşturulmuş, ne kadar işlenmişse; o ülkenin yazınsal, bilimsel, ekonomik, spor ivmesi ve başarısı da o oranda yükselir… Bilinmeli ki, üstünde “çağrışım bulut1arı”nın dolaşmadığı karma bir dille düşünce, sanat, bilim üretmek olanaklı değildir. İçine düşülen böyle bir kısır döngüden çıkmak için, işe, her anlamdaki bağımlılığın ülkede açtığı yaraları sağaltmakla başlamak gerekir. Dil, böyle bir girişimden doğacak moral değerlerden beslenerek, kendini düzeltir. Ama bilindiği gibi dil biberonla değil, ‘ana sütü’ ile beslenir. Fazla çabaya gerek yok, bunun bilincine varmak yeter de artar bile.
Burada; ben şairim, ben yazarım, ben araştırmacıyım diyen ve gereci dil olan herkese, Agneta Igvas‟ın şu sözünü anımsamakta yarar var: ‘Yazar bir dil ortamına aittir, onu var eden yaşama ortamı, dolayısıyla ondaki yazı, duygu, dil bilincini de oluşturur.’”
Atabaş şöyle sürdürür:
“Hatta bırakın şair, yazar olmayı; anadiline özen göstermeyen, onu düzgün kullanma çabasında olmayan topluluklar esenliğe ulaşamaz. Çünkü anadilini geliştiremeyen, koruyamayan, eğitim öğretim dili düzeyine yükseltemeyen bir ulus, ulusal sanayisini de kuramaz, sanayide ucuz ‘merdiven altı’ işçisi olmakla yetinir yazık ki…”
Nedeni bellidir: Tamamlayıcı diğer yanıyla dil özgüvendir!
Dilin, anadilinin, dilde özleşme çaba ve yaklaşımının yaşamsallığı ancak bu değin somutlaştırılabilir.
Yine sözkonusu bilimsel görüşlerin süreği olarak, günümüzde dil üzerinden yayılmacı saldırıya ilişkin tepkisini de belirtir Atabaş. Anadili bilincinin ekonomik, izlemsel, ekinsel bağımsızlıkla olan bağını vurgular:
“Ne yazık ki Türkçe bugün de bilimsel ve teknik buluşlar ile ‘küreselleşme’ denilen olgunun sonucunda, İngilizce ağırlıklı olmak üzere, Batı’dan gelen bir büyük dilsel saldırı karşısındadır. Farsça ile Arapçaya yeniden sarılma girişimlerini ciddiye almıyorum… Umuyorum ki, bu söylediklerimle, sözü hamasi bir söyleme kaydırmak istemediğim anlaşılıyordur. Amacım, dilin kirlenmesi sonucu benliğini yitirmesi ile ulusların-ülkelerin bağımsızlıklarının zedelenmesi arasındaki ilişkiye dikkat çekmektir. Çünkü insan anadili ile düşünür ve yaratır. Dil kirlenmesi kültürel (bilimsel-sanatsal) işlerle ilgili olduğu denli, bağımsızlık bilinciyle de, ekonomik açmazlarla da bağlantılıdır. Bu nedenle, her anlamdaki bağımsızlık için gerekli olan yaratıcı düşüncenin dille, ama gelişkin bir anadili ile üretilebileceği gerçeğinin altını çizmek istiyorum.” diye açıklar görüşünü.
Yazarın, aydının, giderek sıradan yurttaşın, bireyin dil bilincinin önemini iyi kavraması, o bilince göre yaşaması gerekir. Tersi koşullar, birçok yıkımın nedenidir. Dil bağımsızlığı ulusu oluşturan her insanın sorumluluğudur:
“Bırakın şair, yazar olmayı; anadiline özen göstermeyen, onu düzgün kullanma çabasında olmayan, kendi dilinin özgünlüğünü yakalayamayan bireylerden oluşan toplum, bilim yapamaz, teknik üretemez, özgün sanat yapıtları oluşturamaz. Dolayısıyla örneğin ekonomisini düzlüğe çıkaramaz, bağımsızlığını koruyamaz. Çünkü, dediğimiz gibi insan anadili ile düşünür ve yaratır. Kirlenmiş bir dille kurulan düş bulanık, yaratılan ütopyalar, yapılan bilim ve sanat kısıtlıdır, belli sınırları geçemez. Düşü bulanık, ütopyası sınırlı, sanatıyla beş duyunun algılarından oluşan aklın sınırlarını aşamayan bireylerin oluşturduğu toplumun nasıl olduğunu bizden daha iyi kim bilebilir k!..”
Yukarıda anılan düşünceleri benimseyen Hüseyin Atabaş’ın yazılarında da doğallıkla, öz Türkçe yazım, anlatım, çağrışım, öz Türkçe sözcükler egemendir. Türkçeye, anadiline ne değin sevdayla bağlı olduğu hemen ilk anda anlaşılır. Bu bilinçli seçimi Atabaş’ın yazılarının büyük hazla okunmasını, onu okumanın bir Türkçe şölenine dönüşmesini sağlar.
Tanınmış ve tanıtılmış bir kadın yazarın söyleşisinde “Türkçe, Arapça ve Farsça gibi güçlü bir dil değildir” dediğini okuduğumda duyduğum şaşkınlık ve acıyı unutmuyorum.
Böylelerine ne demeli bilmem ama ulusumuza ve gençlerimize “Hüseyin Atabaş’ı, Atabaşları okuyun, kavrayın, anlayın, bilinçlenin” diye sesleniyorum.
Hüseyin Atabaş Ustama büyük emeği için sonsuz gönül borcumu sunuyorum.
Kaynak
Atabaş, Hüseyin, “Türkçe, Yaralı Dilim”, TÖMER Yay., 2003
(Bu yazı 20 Mayıs 2017’de, Ankara Mülkiyeliler Birliği’nde yapılan sunumdan oluşturulmuştur.)
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.