Tahsin Şİmşek
OSMAN ŞAHİN
“YAZARINI SEVEN SÖZCÜKLER USTASI”
Nietzsche, bir dörtlüğünde şöyle der: “Neredeysen derinden derine kaz orayı! / Altındadır kuyu, isterse kimse görmesin! / Bırak da karanlık adamlar atsın narayı: / “Altında senin yalnızca cehennem var” desin!”
Nietzsche’nin sözünü ettiği o kuyu, sudur, hayattır; edebiyatın derinliğine, zenginliğine / özgünlüğüne, yerelliğine eğretilemedir. Cehennem mi, o da kuyuya yabancı olanların uydurması…
Osman Şahin, yerelliğin ve özgünlüğün serinliğini iyi bilenlerden. Ahmet İnam’dan dil alarak söylersek, “hayatla kalma” erincinin, “hayatta kalma”ya yol açtığını bilenlerden…
O’nun “Kırmızı Yel”le başlayan sanat yolculuğu, bana Nietzsche’nin şu dizelerini de anımsatır: “Rüzgâr üstüme böyle geleli beri, / Bilirim her rüzgârda yelken açmayı”
Peki, ben, Osman Şahin’e nasıl yelken açabilirim, İşte onu tam bilemiyorum. Anılarımdan ve okuduklarımdan yola çıkacağım. Her zamanki gibi “fora” deyip başlayacağım anlaşılan.
Osman Şahin, geleneklerin egemen olduğu bir yörük köyünde, Mersin-Arslanköy’de büyüyen, on üç kardeşli bir çocuk. Okuma-yazma bilemeyen bir anne babanın çocuğu. Kartal tüyüyle gözüne sürme çekilen, kaybolmasın diye boynuna oğlak çanı takılan, küllü su ile yıkanan… 40. sanat Yılı armağanı olan “Son Yörük”te ve son öykü kitabı, “Ölümün Süt Dişleri”nde bu yaşamı, bütün görselliği ve zenginliğiyle bulmamız olası.
Osman Şahin, yazı işleri müdürlüğünü yaptığım Afrodisyas Sanat’a da yazdı. 29. sayının (Eylül-Ekim 20111) “Benden İçeri” bölümünde, “İkinci Doğum” başlığıyla kendisini anlatan bir yazısı var.
İşte o yazıdan ilk alıntı, babasının dilinden yaşam ilkeleri:
“Oğlum kanatlarının büyümesi için, biraz uzaklara gitmen gerek. Sakın şımarma, yolundan sapma! Ailene ve memleketine layık ol. Yarın bugünden iyi olmalı ki, gelişme oldun. Kendini iyi olacak günlere hazırla. Çiftçi dediğin harmandan kaldırdığı buğdayını, kazancını kendisi ölçmelidir. Sen de ilerdeki kazancını başkasına ölçtürme, parayı kendin say, başkasına saydırma!”
İşte kendi dilinden yaşam özeti:
“Dicle Köy Enstitüsü’nde okuyacağım, Fırat boylarında köy öğretmenliği yapacağım, sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümü’ne gireceğim, ülkemizi derinden sarsan üniversite olaylarına katılacağım, 27 Mayıs Devrimi’ni göreceğim, üç yıl sonra Malatya Lisesi’ne atanacağım; pek çok valinin, bakanın, generalin, milletvekilinin, gazetecinin, yazarın ve film yönetmeninin öğretmeni olacağım; öykücü, senarist olacağım, on beşe yakın ödül kazanacağım, bir kitap eleştiri yazısı yüzünden on sekiz ay hapis yatacağım; otuz kitabımla, bir o kadar senaryonun altına imza atacağım, pek çok ünlü sinema oyuncusu ve yazarla dostluklar kuracağım, festivallerde, edebiyat jürilerinde görev alacağım; İsveç’e, Bulgaristan’a, Almanya’ya, Hollanda ve Belçika’ya, ABD’ye, Suriye’ye davet edileceğim; sempozyumlarda bildiriler sunacağım, üniversitelerde üç yüze yakın konferans vereceğim, yapıtlarımın on iki yabancı dile çevrileceği ve yayımlanacağı, on yedi bin ciltlik kütüphanem olacağı aklımın ucundan geçmezdi. Bütün bunlar, altmış bir yıl önce Toroslar’da adsız, kayıp bir oğlak çobanıyken, kendimi köy enstitüsünde bulduğum, orada yeniden doğduğum için gerçekleşti. Beni ben yapan köy enstitüleridir. Diyeceğim şudur ki, köy enstitülerini kapatanlar, ülkemize en büyük kötülüğü yapmışlardır.”
Bu yaşamöyküsünden çıkaracağımız sonucu, kendi sözleriyle şöyle özetlememiz olası: “Bir yazar yaşadığı kadar yazardır, duruşu kadar yazardır.” Bu tümcede hem özgüven var, hem eleştiri. Ancak her yazar, yaşam ve sanat karşısında adam gibi duramıyor; Yani Osman Şahin gibi duramıyor.
“Ölümün Süt Dişleri” sondan bir önceki öykü kitabı. Kendi yaşamından süzülmüş öyküler toplamı. Kitaba adını veren öyküde, kocaya kaçan ablası Hatice’yi öyküleştiriyor. Kasığının kızgınlığına ilençler yağdıran, kızının evinden yana yönü yorgun o ana, Osman Şahin’in kendi anası. Sevmesini bilen kadına, yani ablasına düşen, üzüntüden yedi aylık ikizini düşürmek. Ölümün süt dişlerini toprağa vermek… İşte köy gerçeği bu.
Peki, Osman Şahin gerçeği ne? İşte o gerçeğin özeti: “Benim en büyük şansım kendimim aslında. Yaşama sıfırdan başlamamdır en büyük şansım.” Demek ki sanatçı, önce bildiğini yazmalı. Osman Şahin de bunu yapıyor. şansını iyi kullanıyor, yazarlıkta başarıyı, daha ilk kitabında yakalıyor.
İşte “Kızıl Yel”in ilk tümceleri:
“Biz oralara sıçmayı unutmuştuk Hâkim Beğ. Yiyeceğimiz yoktu ki bokumuz beslene. Kıtlık, dişini bize geçirmiştir yani. Güneşimiz buluttan çıkmaz. Felek, göğülen yerin arasına germiş canımızı. Gene de gevrek çilemiz kopmaz ortasından.”
“Gevrek çile” gibi bir özgün somutlamayı kaç şair, düşürmüştür şiirine?. Osman Şahin’i farklı yapan da budur işte. Dili gevrer, ama kırılmaz. Türkçeyi çok özgün ve güzel kullanan çok az yazarımızdan biridir. Osman Şahin, 2009 Dünya Öykü Günü Bildirisi”nde: “Yazar (…) sözcüklere ruh verendir, bir sözcük damıtıcısıdır.” der. Kendisi de bir damıtma ustasıdır. Talat S. Halman, O’nu anlattığı yazısına şu başlığı koymuştur: “Bir Yazın Virtüözü : Osman Şahin.”
Osman şahin, kendinden önce Türkçeye güvenen bir yazar. “O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.” diyen Yaşar Kemal’in izinde bir Toroslu. O iyi insanlar unutulmasın, o piçler görmezden gelinmesin kaygısını taşıyan, her sözcüğüyle yaşama ayna tutan bir yazar. Bu topraktan beslenen bir kültürü taşıyan “Türkçe acının dilidir, Türkçe ağıtın ve kalbin dilidir.” diyen William Saroyan’la bir yerlerde buluşan bir yazar. Bakan değil gören bir kalem…
Beni sarsan, acıyı yüreğimde duyumsadığım nice öyküsü oldu. Ancak “Mahşer” ile “Darağacı Avı”nın yeri, hep bir başka oldu. Gecelerime gece ekledi. İşte Darağacı Avı’nın sonlarından birbirini bütünleyen bir alıntı demeti:
“Miran aldırmadı. Sarıldı Hori’ye. (…)
“Seni ben çağırmadım, kendin geldin buraya!” diyerek Hori’nin saçlarını bileğine
dolayıp kanırdı geriye.
(…) Ağır ağır sallanan ölüden günlerden beri alamadığı öcünü asıl şimdi almak
istermiş gibi, düşmanını küçük düşürmenin, aşağılık duygusunun umarsız hıncıyla yüklendi kadına. Yerden üç dört karış yukarıda, az ötede, ağır ağır sallanan ölünün gözlerinin akı iyice çıkmış, bilenmiş, garip bir baskıyla donanmıştı sanki. Koca gövdede canlı kalan tek gözleriydi; biraz Hori’ye, biraz da Miran’a bakıyor gibiydi. Bilinmeyen gerçeklere bakışıyla dokunur gibiydi. Sayısız vedalarla dolu bir bakıştı bu. Kıpırtısız, karşı konamayan süt beyazı bir aka kesmiş parlayan gözler…
Ölünün parlayan gözleri ağır ağır kapandı.
Asıl şimdi ölmüş gibiydi.”
İntikamın, cinselliğin, ilkelliğin, bilinçaltının somutlaması, kameraya başka nasıl
düşürülebilir ki! Buradan yola çıkarak kendisine şu soruları sormak isterdim:
Neredeyse her öykünüzden bir film çıkıyor. “Söz”ü, yani öyküyü, fotoğraftan ayıran
nedir?
“İnsan” bu işin neresinde, “kurgu” neresinde? Ya da şöyle sorayım, görselliği
sözcüklerle somutlamanın, onu öyküye dönüştürmenin yolu yöntemi nedir?
Kısaca öykü nasıl bir yapıdır?
Bu soruların yanıtını, sanırım, Yılmaz Güney’in şu sözlerinde bulabiliriz; hem de en somutuyla: “Babam, senin canlı bir gözlem gücün var. Çok iyi detay veriyorsun. O kadar ki, kamerayı elime alıp senaryoya, yazılı bir metne gerek görmeden çekeceğim.”
Osman Şahin öykülerinden benim bildiğim, yirmi üç film çekiliyor. İlki “Kızgın Toprak”, en çok ödül alanı “Derman”, hiç unutulmayanı “Züğürt Ağa”, beni en çok etkileyeni “Kurbağalar”… Hepsi de sinema tarihimizin yüz akı. [1]
Türkan Şoray’la çekiminin gerçekleştirileceğini kendisinden dinlediğim, ama çekildiğini bugüne değin duymadığım “Mor Cepken” de sonunda okurla buluştu.
Gelin, önce Mor Cepken’in Bulca ile Civan’ını tanıyalım:
“O Zamanlar boylu bosluydum. Dalgalı, uzun, gür saçlıydım. Bir yağlı çraydım ki, kanım ateşine gömülüydü. Ruhum hafifti. Ara sıra çarşıya çıkınca, ‘Su içeceksen Bulca’nın elinden iç!” diye laf atarlardı artarlardı arkamdan.
Sen de çift damarlı, kemikliydin. Deve dişi gibi güçlüydün. Yaşıtlarınla yuvak taşı yarışı yapar, taşın en ağırını kaldırırdın göğsüne. Körüklü çizmelerin gacur gucur öterdi. Yürmenin sokağa çıkmanın süsü, yakışığıydın. Bakışlarım nakışlıydı yoluna. …”
Bu da Bulca’nın dilinden mor cepkenin öyküsü:
“… Çeyiz bohçamın dibindeki ‘mor cepken’i çıkardım. Sırtıma geçirdim. Çıktım dışarı. Herkesin görebileceği yere, Rüstem’in evinin damına çıkarak yuvak taşının üstüne oturdum.
Mor cepken bilirsin, biz Yörük kadınlarının erkeğe karşı kullandığı tek silahı, özgürlüğüydü. Bir genç kızın çeyizinin altına ilkin ‘mor cepken’ yerleştirilirdi. Maviye yakın mor renkli, yumuşak kuşaktan yelek gibi kesilmiş, dikilmiş, kenarları sarı simlerle işlenmiş bir yelekti.
Mor cepken, evli erkeklerin korkulu rüyasıydı. Kızlar gelin atına bindirilirken anaları, ‘İnşallah mor cepken giymek zorunda kalmazsın. Çora çocuğa karışırsın.’ derlerdi.
Kadın zorla evlendirilmişse, kocasını sevmiyorsa, ihanete uğramışsa, kendince zamanı kollar, ‘mor cepken’i giyer çıkardı dışarı. Herkesin görebileceği yere, dam üstündeki yuvak taşının üstüne otururdu. O zaman akan su dururdu. İnek sağan, yün eğiren, kilim dokuyan eller dururdu. Yaşlı masal anaları, doğum ebeleri, işlerini güçlerini bırakarak mor cepken giymek zorunda kalan kadının çevresini alırlardı. Çünkü evli kadının mor cepken giymesi ölüm gibi bir şeydi.
Mor cepkeni giyip dışarı çıkan kadının kocası evinden çıkamazdı. Boşanırsa ona kimse kızını vermezdi.”
Buna da mahalle baskısı diyenler çıkar mı bilmem? Oma o baskı, Bulca’ya uygulanıyor. Ne yazık ki gelenekler de zamanla aşınıyor. Mor Cepken, Civan’ın ölüm döşeğinde bitiyor, Bulca’nın söz ve aşk sağnağıyla…
Sinemacılar, Osman Şahin öykülerine niye bu denli ilgi duyuyorlar? Önce bu konuda
Talât S. Halman ne diyor ona bakalım: “…Osman Şahin’in betimlediği görünümler ve kişilikler öylesine dramatik ve canlıdır ki Şahin doğal bir senaryo yazarı olarak da iz bırakmıştır. Tekniği, “cinéma vérité”ye benzemekle birlikte, okurlarına köylülerin ve genelde emekçilerin iç dünyalarına derinlemesine bir bakışı da sunar.”
Gerçek şu ki, Osman Şahin öyküleri, bildiğimiz köy öykülerinden değil. Alper
Akçam’dan el alıp söylersek, “hem hayatı, hem edebiyatı kendisi olarak yaşayabilmenin gizi”ni taşıyan öyküler. Bir başka deyişle anlatımın “karnaval”ı. O’nun öyküleri, 1940-50’lerin köy edebiyatından da çok farklı. Çünkü tümüyle çok daha evrensel metinler. Osman Şahin, özgünlüğe ulaşmada, yerelin / yerelliğin katkısı olduğunu çok iyi biliyor; ancak kendini ona hapsetmiyor. Ders verme ya da yerele öykünme aymazlığına düşmüyor; yalnızca gösteriyor, ayna tutuyor. Ayrıca yerel ağzın tuzağına düşüp edebiyatı, dile boğdurmuyor.
Osman Şahin’in okumadığım bir öyküsü kaldı mı bilemiyorum. Hepsinden, hem insan-konu-kurgu, hem dil olarak etkilendim. Örneğin, Mahşer’in Hüma’sı, Darağacı Avı’nın Miran ile Höri’si günlerce gözümün önünden gitmedi. Osman Şahin, “İnsan, her yerde aynı insandır; değişmez.” diyor. Kuşkusuz, insan bildiğine bakınca bu gerçekle yüz yüze gelir. O, Torosları biliyor, Güneydoğu’yu biliyor. Toroslar’da büyüyor, Dicle Köy Enstitüsü’nde okuyor. Öğretmenlik yapıyor, insanı en duru haliyle tanıyor. Geliyor, C. Levi-Strauss’la bir yerlerde buluşuyor. Levi-Strauss: “Uygar denilen toplumlarda insan, her alanda yapıt vererek ‘ölümlülük’ yazgısına karşı çıkmaktadır. Aynı durum, aynı yaklaşım ilkel insanların yaratımı alan mitolojik öykülerde de görülmektedir.” der. Bu sürekliliği göremeyenler, dili ve sanatı, önce kendi adasına hapseder, sonra da orada yok olup gider. Osman Şahin’i var eden, bu sanat ve sanatçı gerçeğini, yaşayarak öğrenmesi, çıplak gözle görmesidir.
O’nun Mahşer öyküsü, öykü ve romanda, hatta şiirde sözlü anlatım geleneğinden yararlanmanın gereğini ve güzelliğini somutlamaya eşsiz bir örnektir. Yeni bir “Bin Bir Gece” değilse bile “yedi gece”dir. Nice düşünür, sanat adamı, bu sanatsal gerçeğin farkındadır. Bu gerçeği vurgulayan nice örnekle ve sözle karşılaşırız. Sartre: “Her sanat eseri bir mitosa varmalıdır. Yahut bir mitostan çıkmalıdır.” der.
Osman Şahin, yaşamı coşkuyla kucaklayan, yüreğiyle konuşan bir insan. Yaşamıyla, insan ilişkileriyle, öyküleriyle, konuşmalarıyla… Bana imzaladığı kitaplarındaki sevgileme (ithaf) sözlerinde, şu sözcüklerin yer alması da kanımca bunun göstergesi: ”Has Dostum…, Can Dostum…, toprağımın onuru…, sözcükleri süte dönüştüren…, çocukluğumun adresine götüren…, yüreğimle…”
Ülkemizde her şey çok çabuk unutuluyor. Ölümleriyle birlikte sanatçılar da. Örneğin Bekir Yıldız… Daha dün yitirdiğimiz Dağlarca… Bu yazın dünyası gerçekten “Gazoz Ağacı” mı? Sabahattin Kudret Aksal’ı anımsayan kaç kişi kaldı? Daha iç yakıcı olanı, nicesini daha yaşarken unutuyoruz.
Bu olguda, eleştirmeninden sanatçı örgütlerine “Sanatın, edebiyatın; sanatçının, edebiyatçının siyasetle işi yoktur.” dayatmasının payı olduğu yadsınamaz. Nice söyleşimizden, dinlediğim söyleşisinden tanığım, Osman Şahin bu durumdan çok rahatsız. Biliyoruz ki, T. Fikret, Nâzım, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney; Lorca, Brecht, Neruda, Ho Şi Min gibi sanatçılar, siyasetle hep iç içe yaşadılar. Üstelik siyasi düşüncelerini ürettiklerine de yansıttılar. Osman Şahin, bir Elias Canetti hayranıdır; onun şu tümcesini sık sık vurgular: “Kimlikler, ancak hesaplaşılarak yaşanmış hayatların ürünü olabilir.” Bu tümce, aynı zamanda kendisinin de yaşam ilkesidir.
Ne var ki şimdi moda, kimliksizleşme / kimliksizleştirme. Birilerinin yapıtları, 100
150 bin basarken, Can Yayınları, Darağacı Avı’nı yalnızca 1000 basmış. Oysa Osman Şahin, onca ödülün sahibi; öyküleri, İsveç’ten Slovenya’ya okunan, İngilizceden Çinceye çevrilen bir yazar. Bu durum, “kendini çok satan”ların peşinden koşan yoplumun, “edebiyat”tan ne denli koptuğunu gösteren bir olgu. Ahmet Altan, Orhan Pamuk’ları parlatan da Can Yayınları’dır. “Gülünün Solduğu Akşam” da Can Yayınları’nın, “Sudaki İz” de… Sanki Altan’ların, Pamuk’ların yaptığı siyaset değil!
Özetle “Ölüm Oyunları” her yerde, kırk birinci kapıyı yok, “Kırmızı Yel” kasıp kavuruyor ortalığı. Edebiyat aç, edebiyat “Derman”sız; ne yazık ki edebiyat kendi “Mahşer”ini hâlâ görmüyor.
Nazilli, 10 Mayıs 2016
[1] Kızgın Toprak (1973, Feyzi Tuna), Fırat’ın Cinleri (1977, Korhan Yurtsever), Kibar Feyzo
(1978, Atıf Yılmaz), Adak (1979, Atıf Yılmaz), Tomruk (1982, Şerif Gören), Derman (1983, Şerif Gören), Ayna (1984, Erden Kıral), Firar (1984, Şerif Gören), Kurbağalar (1985, Şerif Gören), Gülüşan (1985, Bilge Olgaç), Züğürt Ağa (1985. Nesli Çölgeçen), Kan (1985, Şerif Gören), Keriz (1985, Kartal Tibet), Su (1986, Erdoğan Kar), Zincir (1987, Korhan Yurtsever ), İpekçe (1987, Bilge Olgaç), Dönüş (1988, Faruk Turgut), Gömlek (1988, Bilge Olgaç), Aşkın Kesişme Noktası (1990, Bilge Olgaç), Kurşun Adres Sormaz
(1992, Bilge Olgaç), Ziller (1994, Eser Zorlu), Avcı (1997, Erden Kıral), Yağmurdan Sonara (2008 Faruk Turgut)
Yorum Kapalı.