Öykü
A.Tarık Emre
Yedirmem Size Etleri
Derin uykusunun arasında aniden gözlerini açtı Haydar. Belli belirsiz gördüklerine bir anlam veremedi, doğrulmaya çalıştı, çevresini uzun uzadıya inceledi. Neredeydi acaba? Tavanı oldukça yüksek, duvarları beyaz yağlıboyalı, karanlıkça bir odadaydı. Kendisininkiyle beraber altı yatağın bulunduğu odanın büyük mü küçük mü olduğunu kestiremedi. Odaya ağır bir koku hâkimdi. Haydar altı seneden beri inşaatlarda çalıştığından bu tür kokuya alışkındı; ama bu oda inşaat işçileriyle birlikte kaldığı yerlerin hiçbirine benzemiyordu.
Buraya niye gelmişti; anlamaya çalıştı. Kafasını toparlamak için elleriyle gözlerini kapadı. Bunu yaptığı iyi oldu çünkü bir yanıp bir sönen floresan lambasının rahatsız edici ışığından kurtulmuştu. Fakat aynı zamanda ellerine ve kollarına sargı bezlerinin, kalın yara bantlarının yapıştırıldığını da fark etti. Ellerine baktı, parmaklarını oynatmayı ne kadar denediyse de başaramadı. Sargı bezleri çok sıkıydı. Karnının üstünde ve bacaklarında da aynı görüntü vardı.
Odanın kapısı aniden açılıverdi.
“Öf, leş gibi kokuyor burası…” diyen gençten bir hemşire gitti pencereyi açtı. Çok geçmeden odanın içini serin, linyit kokan bir hava doldurdu.
Diğer hemşire ölü gibi yatan beş hastanın nabzını çabucak yokladı.
“Bunlar akşama kadar uyur daha,” dedi yüzünü genç arkadaşına döndürerek.
Pencereyi açan genç hemşire, Haydar’ın yanına geldi.
“Ağrın, sızın var mı?” diye sordu Haydar’a.
“Yok, bacım… Ben gayet iyiyim de… Burası neresidir?” diye güçlükle konuştu Haydar.
Genç ve diğerine kıyasla daha güzel olan hemşire kıkırdadı.
“Burası neresi mi? Hastanedesin,” diye Haydar’ı yanıtladı.
Haydar’ın bu güne değin hastanede yatmışlığı hiç yoktu. Hatta hastaneye gitmemişti bile. Beyaz önlüklüleri çok az görmüştü hayatında. İlkokulda okuduğu yıllarda köye gezici sağlık ekibinin geldiğini hatırladı.
Diş doktoru kadın buyurgan sesiyle, “Aç bakayım ağzını!” demişti. Haydar’ın dişlerini çabucak inceleyen kadın yanındaki hemşireye dönmüş, “Şu oğlanın dişlerine bir bak; bir kere bile fırçalanmamış ama tek bir çürüğü yok. Hepsi de inci gibi, maşallah,” demiş, arkasından da Haydar’ın saçlarını okşamıştı.
Askerlik muayenesi için akranlarıyla birlikte ilçedeki şubeye gittiklerinde birkaç doktor gördüğünü de anımsadı. Askerliğini yaparken sabaha karşı ter içinde uyandığı geldi gözlerinin önüne. Sanki ateş düşmüştü bedenine, yanıyordu. Denizlili onbaşıdan izin aldığı gibi doğruca revire gitmişti. Haydar’ı çabucak muayene eden tabip asteğmen hiç vakit geçirmeden seslenmişti hemşireye, “Ateş düşürücü bir iğne yapın…” Yirmi dakika sonra turp gibi kalkmıştı uzandığı revir yatağından. Bütün bunlar film şeridi gibi gözünün önünden geçerken odadan çıkmak üzere olan hemşirelere sordu Haydar.
“Siz ikiniz, doktor musunuz?”
Soru hemşireleri gülümsetti.
Yaşça daha büyük olanı, “Değiliz ama doktorlar biz olmadan hiçbir iş yapamazlar,” dedi.
Hemşireler geldikleri gibi gittiler.
Haydar’a geceden verilen ağrı kesicilerinin, iğnelerin etkisi yavaş yavaş geçiyordu. Olanları anımsamaya başladı…
Bir hafta kadar önceydi. Haydar’ın patronu yeni bir işe daha koyulmuştu. Yılların gecekondu bölgesi kentsel dönüşüm adı altında müteahhitlere ihale edilmiş, Haydar’ın patronu da payını almıştı. Hafriyat bitmiş, temeller atılmış, işçiler konteynerlerdeki koğuşlarda kalmaya başlamışlardı.
Müteahhit başka işler de aldığından Haydar ve arkadaşlarının çalıştığı inşaatı taşeron bir firmaya devretmişti. Yeni patron Üzeyir, daha o gün işe aldığı beş işçiden birine Haydar’ı çağırmasını söylemişti.
Üzeyir, odaya gelen Haydar’a, “Senin çok çalışkan olduğunu anlatmışlardı, nasıl çalıştığını görünce de söyleyenlere hak verdim. Şu yeni gelenlere her bir işi öğret. Onlara hem ustalık hem de abilik yapıver, tamam mı?” diye konuşarak ilk talimatı verdi.
“Tamam,” demişti Haydar.
Aradan birkaç gün geçmişti yeni patron Üzeyir, Haydar’ı çağırdı.
“Benim ihtiyar bir tanıdık var, kızına bu yakınlarda bir daire almış. Tamirat işi yapacak birini arıyor. Paydostan sonra gidersin, oldu mu? Yalnız dikkat et, her ihtiyar gibi huysuzdur, zor beğenir. ” ***
Haydar beş gün çalışıp yaşlı adamın kızına aldığı daireyi elden geçirdi. Son gün inşaattan getirdiği genç bir işçiye ortalığı temizletti. Yaşlı adam yapılan işi çok beğendiğinden Haydar’a fazladan iki yüz lira daha verdi. Ortalığı silip süpüren gence de elli lira.
Haydar, “Allah senden razı olsun, amcacığım,” diyerek yaşlı adama teşekkür etti.
Yanında getirdiği işçiye de, “Sen şimdi hiç oyalanmadan doğruca inşaata git. Ben biraz buralarda dolandıktan sonra gelirim,” dedi.
İnşaatı kısa bir süre önce bitmiş, yüksek mi yüksek bir binanın zemin katında yeni açılmış bir kasap dükkânı ilişti gözüne. Vitrindeki fotoğraf aynen memleketindeki yaylalara benziyordu. Kasap da dükkânın önündeydi, yeni dikilmiş gülleri suluyordu.
“Hayırlı işler Kasap Dayı, kolay gelsin. Bizim oranın yaylaları da buraya benziyor,” dedi fotoğrafı göstererek.
“Neresiymiş ki senin oralar?”
Haydar söyledi doğup büyüdüğü köyün ismini.
“Kazamız ayrı ama vilayetimiz aynı,” diye karşılık veren kasap gülümsedi.
“Bizim oraların etinden daha iyisi yoktur, değil mi Kasap Dayı?”
“O dediğin etler bitti, gitti aslanım.”
“Geçenlerde köyden gelen bir arkadaş, madenciler yüzünden yaylalar delik deşik oldu demişti.”
“Doğru demiş. Yakında hiç kimse hayvanını yayacak mera bulamayacak, millet dışarıdan gelen etleri yiyecek.”
“Deme ya, Kasap Dayı!”
“Benim bildiğim böyle.”
“Dayı bak ne diyeceğim! Az önce senden iyi olmasın bir amcanın dairesindeki işleri tamamladım. Amca sağ olsun bana harçlık niyetine fazladan para verdi. Çalıştığım inşaatta yeni işe başlayan garibanlar var, mideleri bayram etsin diye senden et alayım.”
“Aslanım sen o parayı kanından, canından olanlar için harca. Çoluğun çocuğun yok mu senin?”
“Karım bebemizle beraber köyde anamın yanında. Onlara daha yeni para göndermiştim.”
“Yani illa o garibanlara iyilik yapayım istiyorsun.”
“Aynen öyle Kasap Dayı. Şimdi sen bana iki yüz liralık et ver bir zahmet ama o dışarıdan gelenlerden olmasın.”
“Sen cidden gönlü zengin biriymişsin, evlat. Bende yabancı memleketlerden gelen et bulunmaz. Sana en iyisinden tam dört kilo et veririm o paraya. Başkası olsa üç kilo bile alamaz ha!”
“Yaşa be, Kasap Dayı.”
Sevinçle dükkâna doğru adım atan Haydar’ı durdurdu kasap, az ötedeki bankı işaret ederek, “Yalnız sen orada otur, olur mu?” dedi. “Niye dersen…” diye konuşmasını sürdürdü, “Darılma ama buralar lüks yerler. Birazdan dükkâna gelen giden çok olur… Nasıl desem ki, görmesinler seni içeride.”
Haydar kasabın dediklerini gayet iyi anladı.
“Tamam, sen nasıl istersen, Kasap Dayı.” dedi, kasabın gösterdiği belediye bankına oturdu, etrafı seyre daldı. Buralar ne kadar güzel yerlerdi böyle! Yükseklikte sınır tanımayan binalar da vardı, birbirlerine bitişik veya bir başına bahçe içinde iki katlı evler de.
Geniş yollarda okuldan dönen öğrencileri taşıyan minibüsler vızır vızır işliyordu. Çoğu özel şoförlü pahalı arabalar, cipler adımbaşı durup alışverişe gelenleri indirip bindiriyordu. Sıra sıra dizilmiş lokantalara girenin çıkanın haddi hesabı yoktu. Daha çok pastanelerle, kafeleri mesken tutmuş gençlerin gülüşmeleri ve konuşmaları her bir yerden duyuluyordu. Karşı karşıya duran, giriş yerleri kale kapılarını andıran iki büyük alışveriş merkezinin önünde durmadan çoğalan bir insan seli vardı sanki. İnşaattaki ustalardan birinin anlattıkları geldi aklına.
“Bir buçuk sene eşekler gibi çalıştığımız alışveriş merkezine açıldıktan sonra bir gideyim istemiştim. Kapıdan geri çevirdiler, üstüm başım uygun değilmiş…”
Haydar da aynı şeyi denese miydi acaba? Alışveriş merkezlerinin önünde volta atan, özel giysili, kadınlı erkekli güvenlik görevlileri aynı şeyi yaparlar mıydı? Şu az önceki kasap mesela. Adam gerçeği hiç çekinmeden vurmuştu yüzüne. Aklından bunlar geçerken duyduğu sesle irkildi.
“Gel hele buraya!”
Sesin geldiği yere çevirdi başını. Yolun kenarında bir polis arabası gördü. Sürücünün yanındaki polis memuru tekrar bağırdı.
“Sağır mısın yoksa? Gel buraya diye bağırıyorum, oralı bile değilsin!”
Haydar çekinirdi polislerden; dahası korkardı onlardan. Bu şehre ayak bastığı ilk günler düştü aklına. Çalıştığı inşaatta iskelenin çökmesiyle işçi arkadaşlarından biri ağır yaralanmıştı. Çalışanlar arasında mühendislik okuyan iki üniversite öğrencisi de vardı. O ikisinin önderliğinde bütün işçiler direnişe başlamışlardı çünkü müteahhide defalarca söyledikleri halde adam gerekli önlemlerin hiçbirini almamıştı. İnşaata polisler gelmiş, üniversitelilerle birlikte birkaç işçiyi alıp götürmüşlerdi karakola; aralarında Haydar da vardı…
Adımlarını polis aracına doğru kararsızca atarken kulaklarına gelen polisin sesi çoğaldı da çoğaldı.
“Ulan, sen de amma ağırkanlı adammışsın be…”
“Buyur,” dedi Haydar polisin yanına vardığında.
“Ne arıyorsun sen buralarda?”
“Kasaptan et alıyordum da…”
“Paran çok mu senin? Peki, niçin dükkânda değilsin?”
“Kendisi öyle dediydi. Hani gelen müşteriler beni içeride görmek istemezlermiş.”
“Adam doğru söylemiş. Ver hele sen kimliğini.”
Haydar nüfus cüzdanını polise uzattı. Adam Haydar’ın kimliğini evirdi çevirdi.
“Nereliymiş gördün mü?” diyerek aracı kullanan arkadaşına Haydar’ın kayıtlı olduğu ilçeyi gösterdi.
Sürücü polis Haydar’a doğru eğilerek, “İki gün önce sizin oralarda neler oldu biliyor musun?” diye kızgın bir sesle sordu.
“Yok, bilmiyorum.”
“Sizin oraların terörist itleri iki polisi şehit ettiler.”
Haydar kanının çekildiğini hissetti, “Benim olanlarla hiç ilgim yok. Altı yıldır gurbetteyim, inşaatlarda çalışıyorum,” diyebildi.
Haydar’la ilk konuşan polis direksiyondakine, “Bırak ya şunu, Allah’ından bulsun.” dedikten sonra tiksintiyle baktığı Haydar’a kimliğini uzatarak, “Al hadi şunu,” diye tısladı.
“Kasaptan alacağın neyse hemen al ve defol git. Döndüğümüzde görmeyelim seni,” diye bağırdı sürücü polis. Araba ok gibi fırladı yerinden.
Haydar polis arabasının gözden kaybolmasını izlerken incecik bir ses duydu.
“Eti getirmiştim abi.”
Kasabın küçük çırağı elindeki torbayı Haydar’a uzattı. Haydar çocuğa teşekkür etti, parayı verdi. Tezgâhın başında çalışan adama el salladı, “Hayırlı işler, Kasap Dayı,” diye seslendi.
Haydar az ilerideki yoldan geçen dolmuşlardan birine biner, trafik sıkışıklığı yoksa on beş dakikada artık bir tane ağacın bile kalmadığı Çamlık durağında iner, yokuş aşağı biraz yürüyüp yıkılmış gecekonduların arasından geçerek inşaata varırdı.
Hava kararmaya başlamıştı. Gökyüzünü delercesine kat kat yükselmiş binalardan ötürü sanki güneş çok erkenden batıyordu. Geçen dolmuşlardan hiçbiri durmadı. Buradaki mahalleler yeni kurulduğundan belediye otobüs çıkartmamıştı daha. Sonunda dolmuşun biri duruverdi. İki kişi indi, üç kişi bindi; binenlerden biri de Haydar’dı. Minibüste en azından yirmi kişi vardı. Biraz sonra ineceği yere geldi.
“Durakta ineyim birader.”
Geceleri hava soğuduğundan bu civarda yaşayanlar sobalarını yeni yeni yakmaya başlamışlardı. Etrafa yayılan kömür kokusu oldukça yoğundu.
“Aynı linyit kokusu, eti aldığım mahallede de var mıdır?” diye düşündü Haydar. Sonra cep telefonuna sarıldı, genç işçilerden birini aradı.
“Hakkı, et aldım. Biber közlediğimiz mangala kömür atıver.”
“Tamamdır, Haydar Ağabey.”
Ortalık iyice kararmıştı. Eski gecekondu mahallesi tamamen yıkıldığından sokak lambaları artık hiç yanmıyordu. Haydar cep telefonuyla önünü aydınlattı. Az ileride karaltılar gördü, hırıltılı sesler işitti. Terkedilmiş mahallenin eski sakinlerinin bıraktığı artıklarla geçinen sokak köpekleri havlayarak, hırlayarak Haydar’a yaklaştılar. Kısa bir süre içinde şarjı az olan telefon devre dışı kalmıştı.
“Bak sen şu işe! Bu zifiri karanlıkta ne yapacağım şimdi?” diye söylendi.
Eskiden olduğu gibi karınlarını doyuramayan hayvanlar torbadaki etin kokusunu hemen almışlardı. Sürekli havlayarak iyice Haydar’ın yanına sokuldular. İstedikleri tek şey eti kapıp gitmekti. Haydar’ın yıkıntılar arasında bulduğu kalınca bir tahta parçasını köpeklere doğru arka arkaya sallamaktan başka çaresi kalmamıştı.
“Gidin başımdan it oğlu itler. Yedirmem size etleri,” diye de bağırıyordu bir yandan.
Köpekler üç iken beş, beş iken on oldular. Sanki havlaya havlaya çoğalıyorlardı. Hepsi bir anda Haydar’a daldılar. Bacağı, kolu, eli neresi denk geldiyse saldırdılar. Torbayı söküp aldılar Haydar’dan.
***
Haydar’ın çalıştığı inşaata getirdiği yükü indiren kamyoncu dönüş yolundaydı. Güçlü far ışıklarının aydınlattığı yolun kenarında yatan Haydar’ı gördü. Yanındakine seslendi.
“Asaf in, şu yerde yatan adama bir bakıver.”
Asaf, Haydar’ın yanına vardı, kamyoncuya bağırdı.
“Hikmet Abi. Tanıdım ben bunu, inşaatta çalışıyor. Her tarafı kan içinde kalmış.”
“Geçenlerde bizim mahalleden biri ambulans çağırmıştı. Bir saatte gelememişlerdi. Biz götürürüz şu garibanı hastaneye,” dedi Hikmet, Asaf’a.
Kamyoncu Hikmet’le muavin Asaf, yarı baygın haldeki Haydar’ı bindirdiler kamyona…
***
Ziyaret saati gelmişti. Hakkı ve diğer işçiler Haydar’ı görmeye geldiler. Haydar’la konuşurlarken doktorlardan biri odaya geldi. Hakkı’yı koridora çıkardı.
“Elleri parçalanmıştı, parmakları bulunamadığından yerlerine dikemedik. Yine de ucuz kurtulmuş. Kuduz ihtimaline karşı ilk aşıyı yaptık. Hemşire hanımın vereceği çizelgeyi takip edin ve diğer aşıları yaptırın,” diyerek Hakkı’ya gereken bilgiyi verdi.
Hakkı ve arkadaşları Haydar’ın yanından ayrıldılar. İnşaata geldiklerinde Haydar’ın eski patronuyla telefonda konuşan yeni patron Üzeyir’in sesi geldi kulaklarına.
“Üzücü bir durum tabii abi; ama başka ne yapabilirim ki? Haydar’a en fazla iki aylık bir tazminat verebilirim. Doktorlar kopan parmakları yerlerine dikememişler. Sen olsan sakat adam çalıştırır mıydın, abi?”
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.