YENİ TÜRKİYE’NİN ÖNSÖZÜ
“DUMLUPINAR ÇANAKKALE’DEN BAŞLAR”
“26 Ağustos 1922 Afyonkarahisar – Dumlupınar Meydan Muharebesi
ve onun son devresi olan 30 Ağustos Dumlupınar Meydan Muharebesi
Türk tarihinin en önemli bir dönüm noktasını teşkil eder.
Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk Devletinin ve
genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı.”
Mustafa Kemal Atatürk
30 Ağustos 1924 / Dumlupınar
Evet, böyle söylüyor Mustafa Kemal; yeni Türkiye Devleti’nin temelinin Dumlupınar’da sağlamlaştırıldığını belirtiyor. Yakın dönemde yitirdiğimiz Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca ise, Çanakkale muharebeleri için “Yeni Türkiye’nin Önsözü” tanımını yapıyor. İşte bu nedenle, Dumlupınar; Çanakkale’den, hatta Conkbayırı’nın güneyinde yer alan ve Mustafa Kemal’in yirmiüç gün süren Arıburnu Muharebesi’ni yönettiği ve artık “Kemal Yeri” olarak tanımlanan 261 yükseltili tepeden başlar.
Öylesine sözcükler vardır ki, bir ulusun üyelerinin ortak benliğine yazılır; Dumlupınar böylesi bir sözcük, Çanakkale de öyle. Unutmaya çalışsanız bile, onlar kendini unutturmaz.
Türkiye, çağdaş uygarlığı hem benimsemek hem de onunla savaşarak varlığını korumak zorunda kalmış bir ülkedir. Bu nedenle, ülkemizin davranış biçimleri, yaşamın kendi içinden oluşmuştur. Bu davranış biçimleri arasında, halk dilinde “kafa tutma” olarak tanımlanabilecek, bir tür karşı çıkma geleneğimiz olduğunu da söyleyebiliriz. Ancak bu karşı çıkma geleneği, salt bir savaşabilme becerisi olarak tek boyutlu bir kavram değil, aynı zamanda düşünsel ve eğitim ile örgütlenme becerilerini de kapsar.
Çanakkale, örgütlenme alışkanlığı ve enerjisi yüksek toplumlara, konumları ve durumları ne olursa olsun karşı çıkmanın akıllı bir politika olmadığını göstermektedir. Onu daha fazla ezmeye kalkışmanın sonuçları da Dumlupınar’da görülmüştür.
Bizim için farklı bir anlamı olan savaştır Çanakkale 1915. Halkımızın duyarlı yüreğinden gelen türkülerde, şiirlerde ve özellikle Mehmet Akif Ersoy’un dizelerinde kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılacak bir savaştır. Çanakkale Savaşı’nın yapıldığı bu topraklarda karşımıza çıkan bir dere, bir vadi, bir yamaç, mutlaka ama mutlaka geçmişten bir öyküyü taşıyarak günümüze getirir.
1915 yılında bu toprakları işgale gelerek Çanakkale Boğazı’nı geçmeye çalışan, ardından karaya asker çıkaran işgalci ordular, 25 Nisan 1915’den 9 Ocak 1916’ya kadar, özyurdunun topraklarına tırnakları ile yapışan, yurtseverliğiyle, inançla ve umutla ayağa kalkan Mehmetçik’in kararlılığı ile karşı karşıya kaldılar.
Çanakkale Savaşı, sadece muharebe alanlarında ölen askerlerin değil, idam edilen ilk sivil kişi olan Bozcaada müftüsünün de öyküsüdür. Aynı zamanda, onlar için, “Hey onbeşli onbeşli” diye türkü yakılan ve 16,5 yaşında askere çağrılan Hicri 1315 doğumlu onbeşlilerin öyküsüdür.
Gelibolu kara muharebeleri, küçük rütbeli askerlerin savaşıdır. Buradaki muharebelerle ilgilenmeye başladıktan sonra, aklınızı ve yüreğinizi bu onurlu askerler teslim alır. Son bireyine kadar tümü ölen ve şehitlik mertebesine savaştan yıpranmış kirli çamaşırlarıyla ulaşmak istemeyerek son taarruzlarından önce iç çamaşırlarını geride bırakan muhteşem 57. Alay ve komutanı Albay Avni, ancak olağanüstü diyebileceğimiz 27. ve 36. Alaylar ile komutanları Yarbay Mehmet Şefik ve Yarbay Cemil, Seddülbahir’in yaralı arslanı Binbaşı Mahmut Sabri, Edirne Sırtı’nda Teğmen Mucip, Binbaşı Halis, Kumkale’de Teğmen Halit, Yedeksubay Ethem, Ezineli Yahya Çavuş, Bigalı Mehmet Çavuş ve onlar gibi nice Mehmetçik’leri, o cehennem günlerinden bugüne unutamayız. Yaşam, bu toprakları bir daha böyle bir sınamadan geçirmesin, dilerim. İnsan gücünün üstünde bir dayanma ve direnme gösteren; cesaret, özveri ve kahramanlığı ile savaştığı orduların askerlerinde bile saygı ve hayranlık uyandıran bu askerler karşısında saygı ve şükranla eğiliyorum.
Farklı bir savaştır demiştik Çanakkale için: Gerçekten, işgalci orduların bireylerinin daha sonra Çanakkale Savaşı ile ilgili yayımladıkları anılarında, Mehmetçik’in savaş alanındaki tavrı ile ilgili tek bir kötü sözün bile bulunmaması, dikkate değerdir. Örneğin Yüzbaşı David Fallon, “The Big Fight / Büyük Kavga” isimli kitabında, Almanları gaddar ve fırsatçı askerler olarak tanımlanmasına karşın, Mehmetçik için ise “Bir şeytan gibi savaşır ama centilmendir, aciz olana saldırmaz ve dokunmaz” tanımını yapmaktadır.
“Australian and New Zealender Army Corps / Avustralya ve Yeni Zelanda Ordu Birlikleri” anlamına gelen ve kısaltılarak Anzak adını alan Anzaklar ile Osmanlı askerlerinin, hem çarpışmalar süresince birbirlerine sıcak ilgi duymaları hem de sonrasında dost oluşları, birbirlerine kin ve nefret duymamaları, Çanakkale Savaşı’nı farklı kılan yönlerden biridir. Anzaklar, Avrupa’daki yayınlardan okuduklarının etkisiyle, Türklere; “yoksul, zavallı, hain, hileci ve korkak” anlamında “Abdül” adını vermişlerdi. Gelibolu’daki muharebeler başladıktan sonra, Anzakların düşünceleri değişmeye başladı. Türkler, mertçe savaşıyorlardı. Bunu gören Anzaklar, derin bir sempati ve saygının ifadesi olarak, Türk askerine “Jacko, Johny Türk ve Jolly Türk” adını verdi. Bir çok yazarın tanımıyla, her iki taraf sanki savaşta değil, spor alanında mücadele ediyordu.
İki taraftaki orduların karakterleri hakkında ise, Mikusch, şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “İki ordunun zamandan etkilenme şekli farklıdır. Türk, bekleyebilme yeteneğine sahipti, sabrı taşmıyor ve soğukkanlılığını yitirmiyordu, tok gözlüydü ve azla yetinmesini biliyordu, yoksulluğa katlanmada, hiç sona ermeyecekmiş gibi görünen sıkıntılara ve aksiliklere dayanmada daha güçlü olanıydı, subay ve erleri aynı şartları paylaşıyorlardı; bütün bunlar şimdi onun için bir avantaj olmuştu.”
“Eğer denizaltılarımız Gelibolu karşısında su yüzüne çıkıp
İmparatorluk Bayrağını üç kez sallarsa,
Türkler tabanları yağlayıp Gelibolu’dan Bolayır’a
doğru en kısa yoldan kaçarlar…
Lord Kitchener
İngiltere Savaş Bakanı / 1915
Bu şekilde düşünen salt Lord Kitchener değildi. İngiltere Donanma Bakanı Winston Churchill de Çanakkale’nin kolayca aşılarak Istanbul’a ulaşılacağından emindi. Daha sonra II. Dünya Savaşı sırasında başbakan olan Churchill, Mayıs ve Haziran 1940 yılında, Alman Ordusunun Dunkirk’de sıkıştırdığı 300.000 müttefik ordu askerinin başarıyla geri çekilmesini, o günlerde “mucize” olarak tanımlamıştı. Ama, ilk büyük çaplı çekilme sınavlarını, 25 yıl önce Çanakkale’de vermişlerdi. 19 Aralık 1915 ile 9 Ocak 1916 arasında, başarılı bir planlamayla, Çanakkale’den 135.000 asker ve ağırlıklarını çekmişlerdi. İşgalci orduların üst komutanları, Çanakkale’de karşılarında Mustafa Kemal gibi bir yeteneğin bulunmasını “talihsizlik” olarak nitelendirmişlerdi. Çekilmeleri sırasında ise, Mustafa Kemal’in izinli olarak Istanbul’da bulunması, onlar için bir “talih” olmuştu.
Tarihin ilk kara ve deniz birleşik anfibi harekatı olan Çanakkale Savaşı’nda, her iki taraftan ölü, yaralı, kayıp, esir ve cephe gerisine gönderilen hastalar olarak toplam 460.000 asker kaybı yaşanmıştır. Dar bir alanda yaklaşık 850.000 askerin gırtlak gırtlağa geldiği göz önüne alınırsa, yarıdan fazla bir kaybın olması, yaşanılan savaşın dehşetini ortaya koymaktadır.
Clausewitz’e göre, savaşın kendi matematik mantığı vardır ve kendi içinde tutarlıdır. Ama, her savaş, yenileni de yeneni de ağır yıkımlara uğratır. Gerçekten de, Çanakkale Savaşı’nın getirdiği yıkım, her iki taraf için de büyük olmuştur.
Bu kadar genç insanın yaşamı neden yok oldu? Neden böylesi bir savaş yaşandı? Tarih; devletlerin tarihini yazar, bireylerin değil, ama tüm bu yok olan insanların kendi kişisel tarihleri ve öyküleri vardı, bunu unutmak olanaklı değil.
Askeri açıdan ise, Çanakkale Savaşı, iki ayrı alanda gerçekleşmiştir: Birincisi, Çanakkale Boğazı’nda yaşanan deniz muharebesidir. İkincisi ise, Gelibolu Yarımadası’ndaki kara muharebeleridir. Kimi askeri tarihçiler, bu kara savaşı için, “düzenli orduların yaptığı gerilla savaşı” tanımını yapmaktadırlar.
Annales Tarih Okulu’na göre; siyaset, diplomasi ve savaşlar tarihi üzerine yoğunlaşmak yerine, bunların öncesinde var olan ve sonrasında oluşan yapıların incelenmesi daha önemlidir. Bu kapsamda, Çanakkale Savaşı’nın neden yaşandığını, her iki taraf açısından, şu şekilde ele alabiliriz:
Osmanlı Devleti ile Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndaki Stratejisi özetle;
olarak sayılabilir.
Buna karşılık İngiltere, Osmanlı’yı hassas noktalarından vurmak için Irak’ın güneyinde, Ürdün Akabe’de ve Çanakkale’de cephe açtı. Diğer taraftan da Rusya, Kafkasya’da bir cephe oluşturdu.
İtilaf Devletleri’nin Çanakkale girişiminin nedenleri de şu noktalarda toplanıyordu:
Nedenleri bunlar olan Çanakkale Savaşı’nın sonuçları ise çok daha büyük oldu. Şöyle ki;
2 Eylül 1915 Tarihli Günlük:
“Dün gece korkunç bir rüya gördüm.
Boğazımdan demir bir kıskaç gibi sıkan sert bir el,
beni suyun dibine doğru batırıyordu. Boğulmak üzereydim.
Kendime geldiğim zaman ter içindeydim ve titriyordum.
Gelibolu’nun uğursuz bir yer olduğu fikri kafamda yer etmeye başladı.
Sanki biz bu topraklara daha gelmeden sonumuz kararlaştırılmıştı.”
Ian Hamilton
İtilaf Devletleri Çanakkale Kuvvetleri Başkumandanı
İsmail Habib anlatıyor:
“Düşmanın asıl ağır tarafı ne tarafa yüklenecek? Anadolu yakası düzdür; kolayca ilerlenebilir. Seddülbahir; burnu sivridir, denizin üç tarafından dövülebilir. Bolayır dardır; yarımadanın kara ile ilişiği kesilebilir. Fakat hangisi? Başkumandan Liman Von Sanders koyu karanlık içinde. Düşmanın Bolayır’a çıkartma yapacağına inanıyor, yedek birlikleri Bolayır’a yakın bölgede tutuyor. Düşmanın ne yapacağını bilmemek, kendimizin ne yaptığını bilmemek: Biz bu karanlıkta iki kere körüz.
İki karanlığın ötesinde düşman, 25 Nisan’ın başındaki gece içinde, asıl kuvvetlerini sandallara doldurmuş, Arıburnu önündedir. Tan ağarırken, ne gülle, ne gürültü, baskın şeklinde apansız çıkış. Hiç hesapta olmayan orayı bomboş bırakmışız. Sadece bir gözcü bölüğümüz var. Her biri binler taşıyan dokuz geminin boşalttığı asker, bu bölükçüğü itivererek kol kol sırtlara tırmanıyor. Düşman tam aldatmış, biz tam aldanmıştık. İşte mükafatını görüyorlar: Gezintiye gider gibi zafere gitmektedirler.
Fakat gerilerdeki Bigalı köyünde fırkasıyla ihtiyatta bulunan bir Kaymakam (Yarbay) var. Mavi bakışlarıyla düşmanın niyetini apaçık görebildi. Düşman bizi karanlıkta bırakarak yenecekti, biz o mavi gözlerin görüşüyle aydınlığa çıktık.
Işıkla gölgenin cengi başladı. Seddülbahir’de çarpışan kuvvetlerimiz çok aşağıda, Bolayır’da boşuna bekleyen kuvvetlerimiz de çok yukarıda; düşman iki uzak ara arasındaki boşluktan bir gölge gibi habersizce kayıyor. Şu tepeye çıktı mı, Boğaz’ın Rumeli kıyısına indi demek, artık o gölge yarımadayı belinden kuşatan çelik bir çemberdir ve her şey bitmiştir. Fakat karanlığı delen mavi bakışlı Yarbay’ın fırkası… Koyu bir gölge apansız bir ışıkla karşılaşınca ne olur? Düşman da öyle oldu.
Yarbay kendi kendine harekete geçti. Ne emir veren var, ne emir bekleyen: Vermek için görmek, beklemek için görmemek lazım. Savaşta başkumandanlık, yalnız rütbeyle değil, herkesin göremeyeceğini görmekledir. O gün en yüksekte olan, o görüş’tü. Rütbeler görüşün altındadır. Emir verecekler karanlıkta kalınca, O da emrini görüş’ten aldı. Buna O’nun kendi kendine hareketi dediler. Hayır, bu, görüş’ü, kendine başkumandan yapıştı.
Şimşek gibi görenin, düşmanı önlemek için, şimşek gibi de harekete geçmesi gerek. Fırkanın ilk hazırlanan alayını kaparak koşturur gibi götürüyor. Dakikalar saatler gibi uzun, fakat saatleri dakikalar gibi sıçratmaktayız. Conkbayırı’nın tepesine yaklaşınca, alayına on dakikalık bir dinlenme veriyor. Kendisi birkaç kişiyle bayırı aşıp ilerledi, keşif yapacak. Karşıdaki tepeden bir manga Türk askeri çekilerek kendine doğru gelmektedir. Bunlar, Eceabat’daki fırkanın askerleriydi.
Mıhlatıcı bir sesle sordu:
– Nereye kaçıyorsunuz?
– Düşman geliyor.
– Düşmandan kaçılmaz.
– Cephanemiz kalmadı.
– Süngünüz var.
Bu konuşma olurken, bir de baktı ki kalabalık düşman bölükleri tepeden hızla inmektedir. Birdenbire çok tehlikeli bir durum doğuvermişti: Gelen düşman, kendisini geride bekleyen alayından daha yakın. Yanındaki bir manga askerin gerçekten de tek bir kurşunu yok. İşte hem kendi, hem gerideki alayı, hem de bütün Çanakkale gidecek. Ne yapmalı? Kumandan yaratandır, çare bulandır, bir avuç askere hemen süngü taktırdıktan sonra emrini verdi:
– Manga yere yat.
Cephanesiz asker ateş edecekmiş gibi yere yattı. Düşman da apansız ateşe uğramamak için yere yatıyor. Kazandığımız an, işte o “an”dır. Birkaç dakika sonra geriden gelen ilk bölük yetişinceye kadar düşmanı yere mıhlayan an. Yaratan zekanın anı; zeka, yok’u var eden Tanrı’dan bir ışıktır, “an” denen o zaman katresini bir inci gibi Conkbayırı’nın üstüne taktı.
Yirmiüç günlük Arıburnu cenklerini neyle anlatmalı? Bu günlerin her birinde başka bir taktik görüyoruz: Göğüsleyip durduruş, aralanıp yıpratış, yardımlanıp saldırış, yıldırınca sökerek itiş, panikletince sürerek kaçırış ve son günde de düşmanı bir şerit gibi kıyıya köstebekleyiş.
Mavi bakışlı yarbayı, miralay (albay) yaptılar ve O’nun bu yirmiüç günlük cengi idare ettiği tepeye “Kemal Yeri” denildi. Bu tepe Dumlupınar’dan ancak yedi yıl yaşlıdır ve Dumlupınar işte bu tepeden başlar.”
“Bu Alay Sancağı Gelibolu savaş alanından getirilmiştir ama esir edilememiştir.
Çünkü Türk Ordusu’nun ulusal geleneklerine göre, bir alayın sancağı,
alayın son eri ölmeden teslim edilemez. Bu sancak, sonuncu muhafızın da
altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur.
Kahramanlık timsali olarak karşınızda bulunan
bu Türk Alay Sancağı’nı selamlamadan geçmeyiniz.”
Avustralya – Melbourne Kenti Askeri Müzesi
Onbinlerce genç insanı, dost düşman ayrımı yapmaksızın bağrına bastı Çanakkale toprakları. Atamızın dediği gibi, tümü artık bizim evlatlarımız. Onlar tarih yaptı, tarih de onları yazdı.
Salvatore Quasimodo’nun yüreğinden, askerler için şu dizeler akmış:
Askerler gece ağlar
Ölmeden önce, güçlüdürler,
Yaşam kavgasında öğrendikleri sözlerin
Önünde düşüp ölürler.
Askerler, sevgili sayılar,
Kimlerin kimlerin ağladığı.
Bir askerin son rütbesi, ölüm olarak tanımlanır. Tarihte son ferdine kadar son rütbeye ulaşan sadece iki alay bulunmaktadır. Birincisi, Amerikan İç Savaşı’nda siyahlardan kurulu 54. Alay, diğeri de Çanakkale’deki 57. Alay. Günümüzde, her iki orduda, 54 ve 57. Alaylar, onlara duyulan saygı gereği bir daha kurulmamıştır. Öte yandan, 57. Alay konusunda, farklı bilgiler de bulunmaktadır: Örneğin, Genelkurmay arşivlerinden yapılan incelemelere göre, yaklaşık 3.000 kişilik mevcudu bulunan 57. Alay için, son erine kadar ölümün gerçek olmadığı, hatta Alay Kumandanı Hüseyin Avni Bey’in, çıkarmanın ilk iki gününde (25-26 Nisan) değil, 13 Ağustos 1915’de şehit düştüğü, Alayın 1. Piyade Tabur Kumandanı Binbaşı Ahmet Zeki Bey’in ise, Kurtuluş Savaşımızda Tümen Komutanlığı yaptığı ve 1954 yılında vefat ettiği belirtiliyor. Ancak, muharebe alanında çatışmanın kargaşasından dolayı birliklerin birbirine karıştığı ve askerlerin birliklerinden ayrı düşebileceği göz önüne alınırsa, bu durumda 57. Alay diye anılan birliğin tümüyle yok olduğu savı, yersiz değildir. Ayrıca, Alay Sancağı ele geçirildiğinde, düşmanın karşısında tek bir nefer kalmamıştı.
Çoğu zaman, bireysel anıların arasında zamanla yitip giden kişisel tarih, yaşanılanları bize çok daha iyi anlatır. Örneğin, yirmili yaşlarımda tanıdığım ve artık sonsuzluğa karışmış olan Kıbrıs Türklerinden Hasan Rıza bakın bana ne anlatmıştı:
“Büyük savaş sırasıydı, çoğumuz işsizdik, ingiliz asker ilanı astı her yere, ayda 10 Şilin, iyi para, çoğumuz askere yazıldık. Sonra bir gün, gemilere doldurdular bizi, savaşa gidiyorduk, bütün bildiğimiz buydu, günler geceler sonra karaya çıktık. Tüfekler elimizde, mevzilendik, düşman ise karşıda. Birden bir uğultu koptu, bir de baktık ki karşıdan üstümüze gelen düşman “Allah Allah” nidalarıyla saldırıyor. İşte o an, ingilizin bizi anavatan toprağında bir yerlere getirdiğini anladık, kurşun mu sıkacaktım gardaşıma, tüfekleri bıraktığımız gibi kaçtık. Ama yukarda Allah var, İngiliz bize bir şey yapmadı, gerisin geriye, Kıbrıs’a götürdü.”
Hiç kimse emperyalizmin tanımını, Hasan Rıza gibi yapamadı bana. Dönemin Osmanlı Atasözü der ki; “evde anan ile baban kavga ediyorsa, bil ki sebebi ingilizdir.”
Avustralya’da ise şu oyun oynandı: İngiltere’nin tüm baskılarına rağmen, Avustralyalı’lar savaşa asker göndermekte gönülsüzdü. Avustralya’daki “Türk Tepesi” denen yerin öyküsüdür bu aslında. Avustralya’da yaşayan iki Osmanlı genci, I. Dünya Savaşı başladığında, vatanlarına yardım etmek isterler; isterler ama yolunu bulamazlar. Köylerinin imamına danışırlar, imam ise İngilizler hesabına çalışmaktadır ve haber verir. Gençlere silah sağlanır ve denir ki; “şu gün,şu saatte, asker yüklü tren geçecek, onu durdurun.” Oysa, trende asker değil, siviller bulunmaktadır. Açtıkları ateşle, siviller ölür, kadınlar ve çocuklar da vardır ölenler arasında. Gençler kaçarlar ve Türk Tepesi denen yerde kıstırılırlar, söylentiye göre biri yaralı ele geçmesine rağmen, sağ bırakılmaz. Okuma ve yazmaları olmayan gençlerin yanında, ağdalı bir Osmanlıca ile yazılmış bildiri ve bayrak bulunur. Kamuoyu oluşturmaya yönelik çalışmalar başlar ve Avustralya gençlerini askere göndermeyi kabul eder. İlerki yıllarda da tarih baba devreye girecek ve Çanakkale’de batağa saplanıldığını tüm dünyaya ilk kez Avustralyalı bir gazeteci duyuracaktır.
Benim de Çanakkale ile ilgili kişisel bir tarihim var:
Kıbrıs’da ilkokul birinci sınıfa gittiğim yıllarda, eşit olmayan bir uğraş vardı. Bu adı konmamış savaşta, küçük bir çocuk olarak, tüm yaşıtlarım gibi, daha yaşamın anlamını öğrenemeden, ölümü tanımıştım. Bizi koruduğunu düşündüğümüz ağabeylerimizi gün gelir de göremezsek, öldüklerini anlardık. Anavatandan beklenen yardım bir türlü gelmiyor, gelemiyordu. “Yardım gelmezse, bunun haklı bir nedeni olduğunu düşünecek ve teslim olmayacağız, vatan sağolsun” mesajının Anavatana çekildiği günlerdi. Moraller çok bozuktu. Bunu gören Türk Mukavemet Teşkilatı, ne yapıp etmiş, gizli yollardan “Çanakkale Arslanları” filmini Kıbrıs’a getirmeyi başarmıştı. Albay Nusret Eraslan ile Turgut Demirağ’ın yönettiği, gerek tekniği gerekse senaryosu ile şimdilerde belki de gülüp geçeceğimiz naif bir film. Ama benim için geçerli değil bu. Bu film, tek ve küçücük bir sinema salonu olan Lefkoşa’da, tekrar tekrar oynatılmıştı. Güvenimiz gelmişti, artık biliyorduk, cephedeki ağabeylerimiz bize zarar gelmesine asla izin vermeyeceklerdi.
“Birgün belki hayattan,
Geçmişteki günlerden,
… Bu üzerdi beni
Yaşasaydın ve görseydin”
Mehmet Soyarslan (Cem Karaca ve Apaşlar) / 1968
Küçük bir alanda tarihin en büyük boğuşmasının yaşandığı Çanakkale Savaşı, aynı zamanda içinde efsaneler ve doğru olduğu sanılan tarihsel yanlışları da barındırır. Bunların tümünün ayrıntısına değinerek, sabrınızı zorlamak istemiyorum. Bu nedenle, görece önemli olanlara değineceğim. Şöyle ki;
Bunlardan birincisi, “Çanakkale Geçilmez” tümcesinde gizli. Çanakkale karadan ve deniz üstünden geçilememiştir ama, denizin altından geçilmiştir. Hatta, bir ingiliz denizaltısı Istanbul’a ulaşarak Karaköy rıhtımına iki torpido göndermiş ve Çanakkale’ye gönderilmek üzere hazırlanmış olan lojistik gemisini batırmıştır.
İkincisi, yine “Çanakkale Geçilmez” üzerine. Biz bu tümceyi savunma olarak tanımlar ve örneğin futbolda bir takımın katı defans yaptığını belirtmek amacıyla kullanırız. Mehmetçik kendi topraklarını savunduğu için genel anlamda savunma durumunda olduğumuz doğrudur. Liman Von Sanders’in stratejisi birlikleri geride bırakarak düşmanın karaya çıkmasına izin vermek ve oluşacak duruma göre savunmaya geçmek idi. Osmanlı Ordusu’nun kurmayları ve birlik komutanları ise, düşmanın karaya çıkarak köprü başı kurmasına izin vermeden anında saldırıya geçilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Sanders, düşmanın Bolayır’a çıkacağını düşünerek önemli sayıda kuvveti buraya çekmişti. Gerek bu nedenle gerekse başkumandanın stratejisi sonucunda, karşı güçler karaya daha çıkmışlar, mevzilerini sağlamlaştırmışlar ve sonuçta onları oradan söküp atmak can kaybının yükselmesine yol açmıştı. Ancak, başta Mustafa Kemal olmak üzere, çoğu birlik kumandanları statejinin yanlışlığını sezmiş ve genel emri dinlemeyerek taarruz etmişlerdi. Dolayısıyla, Çanakkale için genel anlamda savunma, ancak çeşitli bölgelerdeki muharebelere bakıldığında yoğun taarruz savaşı olduğunu söyleyebiliriz.
Üçüncüsü ise, İngiltere’nin Norfolk Alayı’na bağlı Sandringham Taburu’nun öyküsüdür ve İngilizler savaştan sonra Osmanlı Hükümeti’nden bir tek bu tabura ne olduğunun araştırılmasını istemişlerdir. Efsanede burada devreye giriyor: Bu tabur saldırıya geçtiğinde büyük bir bulut beliriyor ve tabur bulutun içinde kayboluyor. Bu olay, her iki tarafın da çeşitli dogmalar üretmesine yol açmıştır. Aslında, tabur, muharebe heyecanıyla Türk mevzilerinin arasına dalmış, gerisi ile bağlantısı kopmuş ve yaşanan süngüleşme sonucunda eriyip gitmiştir. Bir Anzak askeri, günlüğüne, süngü muharebeleri için şunu yazmış: “Gündüzlerin hakimi biziz, ama geceler bir kabus, Türkler süngü saldırısına kalktığı zaman bizi perişan ediyorlar.”
“Vefalı ol ve özüne ihanet etme oğul, gün gelir özün senden hesap sorar.”
Kemal Çoşkun / 1975
Sonsuzluğa göçmeden önce yaşamda yaptıklarımız, sonsuzlukta yankısını bulur. Çanakkale’de yaşamını yitirenlerin öyküleri sonsuzlukta yankılanıyor, birarada yatıyorlar bu topraklarda, huzur içinde uyusunlar.
Düşünce ezeldir, silah anlık. An gider, ezel kalır.
Dilerim ki, her iki taraftan da silah elde ölenleri, düşüncelerimizle yaşatır, bir daha asla böylesi yıkımlar olmaması için var gücümüzle çalışırız.
Bu yazının başlığı olan “Yeni Türkiye’nin Önsözü” tümcesini, çok sevdiğim bir şair ve düşün adamı olan Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan alıntıladım. Yine onunla, O’nun “Yiğit Yaprak” dizeleriyle sonlandırıyorum:
Yöreni kaplayınca güz
Baktın mı
Ağaçların en üstünde
Görürsün
Bir yaprak vardır
Bir tek
Yemyeşil duran.
Odur işte
Toprağı
Yurdunu
Bütün ülkeleri
Yeni aydınlıklara ulaştırmak için
Son güne dek
Karşı duran.
Yaşamını yitirenlere karşı duyduğum saygı gereği, buruk bir coşkuyla da olsa Çanakkale Zaferi’ni kutluyor; bugünlere kalabilen, yarınlara kalmaya kararlı olabilen ve yarınlara kalacakları yetiştirebilen “yiğit yapraklarımızın” daha da kararlı, dirençli, özverili ve üretken olmasını diliyorum.
Çünkü, bizim gibi ülkelerin evlatlarının çalışmak ve üretmekten başka bir seçeneği yoktur.
* * * * * * * * * * * * * * * * * * *
Seçilmiş Kaynakça:
Akşit, İlhan. “Çanakkale Savaşları Harp Sahaları ve Abideleri”, Fatih Yayınları, İstanbul, 1973.
Armaoğlu, Fahir, Prof. Dr. “Siyasi Tarih 1789 – 1960”, AÜ SBF Yayınları, Ankara, 1973.
Herbert, Aubrey ve Morgenthau, Henry. “Çanakkale: Devler Ülkesinde Devler Savaşı”, çev. Seyfi Say, Istanbul, 2007.
Moorehead, Alan. “Çanakkale Geçilmez”, çev. Günay Salman, Milliyet Yayınları, Istanbul, 1972. Mütercimler, Erol. “Gelibolu 1915”, Alfa Yayınları, Istanbul, 2007.
Oglander, Aspinall. “Çanakkale Muharebeleri: İngilizlerin Gelibolu Seferinin Resmi Tarihi”, çev. Muharrem Fevzi, Istanbul, 1932.
Özakman, Turgut. “Diriliş: Çanakkale 1915”, Bilgi Yayınları, Ankara, 2008.
Sanders, Liman Von. “Türkiye’de Beş Yıl”, çev. Şevki Yazman, Istanbul, 1968.
Volkan, Vamık ve Itzkowitz, Norman. “Ölümsüz Atatürk”, Bağlam Yayınları, Istanbul, 2008.
Yorum Kapalı.